Geçen ay Uludağ-Sarıalan’da aç kalan ayı ailesi, oteller bölgesine girince tatilciler panik yaşayıp otele kaçmışlar. Tatilleri de bir miktar tatsız hal almış. Burada sorun esasen ayıların kendi yaşama alanının işgal..
Geçen ay Uludağ-Sarıalan’da aç kalan ayı ailesi, oteller bölgesine girince tatilciler panik yaşayıp otele kaçmışlar. Tatilleri de bir miktar tatsız hal almış. Burada sorun esasen ayıların kendi yaşama alanının işgal edilip, oraya betom kütleler kondurulmasında olsa gerek.
Yoksa ayı ailesinin kırmızı çizgiyi aşmak gibi bir hadsizliği gibi bir durum yok ortada. Aksine ortada sınırlar cetvelle çizilmemiş dahi olsa ayıların yaşam alanına bir müdahale var. Müdahale edenlerse o kaçanlar ve o kaçılan otelleri yapanlar olsa gerek. Anlaşılan geçtiğimiz ay ayılar pek de rahat durmamış. Rize-Çayeli-Demirhisar Köyü’nde de kardeş oldukları tahmin edilen iki ayı Ahmet Salih’in 42 kovanını tarumar etmiş. Ayıların kardeş oldukları kamera kayıtlarından belliymiş. Çünkü balı ve arıları kardeş, kardeş yemişler. Arıları suç işlemişliklerinin belgesi (elindeki kamera kayıtları) ile Milli Parklar Müdürlüğü’ne dayanıyor. Oradan; “Ayıların da yaşama hakkı var” yanıtı ile yıkılıyor. O da soruyor: “30.000 liralık arımı yemişler. Benim arılarımın yaşama hakkı yok mu?” Devamında da; “Mal güvenliği artık bir tarafa, can güvenliğim de yok. Geceleri artık eve gidemem” diyor.
Benzeri bir vaka biraz daha yukarılarda Artvin’de yaşandı. Bunun üzerine valiliğe dilekçe veren Yanıklı köyünden Mikail Yılmaz isimli mağdur, “Devlet, ayılarına sahip çıksın ve zararımı karşılasın” dedi. Sonrasında araya sivil toplum örgütü olarak Doğa Derneği giriyor ve “Boz Ayı Projesi” başlıklı bir barış planı geliştiriyor. Bu planda ayıların aç kalması engellenerek, mülkiyete saldırılarının önüne geçilecekti. İkizdere ve Yusufeli ilçelerinden destek gören bu projeye, Ardahan köylüleri sıcak bakmıyor. Onlar kovanlara radyolar koyarak, yüksek sesli müzik yapmayı yöntem olarak seçiyorlar.
Sonuç: Ayılar sesten rahatsız olmak bir tarafa, nerede ise radyodan istek yapacak moda geçiyorlar. Bir adım daha ileri gidiliyor. Yüksek milliyetçi şuur sahibi bir kesim de; kovanlarını talan eden ayıların Türk olmadığını, bu nedenle; “Devlet ayılarına sahip çıksın” talebinin yersiz olduğunu savunuyor. Ayılar dış mihraklıymış ve Gürcistan’dan geliyormuş. Uyruğu, cinsi, cibiliyeti, niyeti belli bu ayılar ilerleyen zamanlarda Fetö’den sanık sandalyesine oturtulur mu? Bakacağız, göreceğiz.
Üniversite yıllarımda etkisinden kurtulamadığım sayılı filmlerdendi; “Ayı.” Annesini kaybeden ve yetişkin bir ayıyla yakınlaşma çabası içinde olan yavru ayının öyküsüdür. Son derece dramatik ve duygusal bu filmde yavru ayının yetişkin ayı ile birlikte iki avcının acımasızlığına karşı kader birliği yapışları muhteşem örgülenmiş ve görüntülenmiş. Filmdeki final kareleri halen gözümün önünden eksilmez. Bu filmi izleyenler, ayılarla ilgili verili önyargılarıyla en azından küçük de olsa hesaplaşmıştır sanırım. Bir de insanoğlunun ürettiği; “ayılık” mevzusu da ayrı bir sendrom hali. Ama özümüze döndüğümüzde bunun zengin örneklerine rastlamak olası. 15 yıl önce yaşamını yitiren eski Bakan Mustafa Taşar; “Körfez Savaşı’nın komutanı Norman Schwarzkopf nasıl Çöl Ayısı ise ben de otel ayısıyım” derken, aslında ne ölçüde güçlü olduğuna vurgu yapmak istemişti. Haklı da çıktı. Desteklediği aday (Semra Özal), o kongrede açık ara ANAP İstanbul İl Başkanı seçilmişti.
Ayı öldürecekken, Temel ayıyı vuruyor. Mahkemeye çıkıyor. Hakim ceza veriyor. Temel soruyor: “Ben vatandaş olarak yaşama hakkımı savundum. Niye ceza verdin?” Hakim; “Yasa öyle söylüyor.” Temel: “Yasayı kim çıkarıyor?” Hakim: “Meclis.” Temel: “Mecliste ayının dostu var, Ama vatandaş olarak benim yok” diyor. Ayıdan post, meclisten dost meselesinin ötesinde; “Orman kanunları” diye de nitelenebilecek bir hukuki örtü ve acımasızlıkla, ormanların yağmalanması yakıcı bir sorun olarak gündem işgal ediyor.
USTASI ÖLMÜŞ, ÇIRAĞI SATACAKMIŞ…
Hani bir söz vardır; “Gözünü toprak doyursun.” Ama doymuyorlar; hazine arazisi satışlarına, ormanlık kiralamalarına, mera imarlarına, zeytinliklerin yağmalanmasına… Toprağın gözlerinin doymasına yetmediği bir iştahları var. Burada; “Devlet ayılarına sahip çıksın” yollu bir şikayet iş görür mü? Pek de sanmam. Çünkü ormanı ve ormanın içerisindeki bal yüklü kovanları tüm koordinatları ile gösteren devletin zaten kendisi. Literatürümüze değin sirayet etmiştir. Devlet eliyle yapılan işlere, ihalelere, tahsislere, özelleştirmelere “ballı börek” dene gelmiştir. “Yandaşa ballı börek, vatandaşa kuru ekmek” de belgi niyetine alakalı resmi yerlere çerçeveli asılmayı beklemekte. Hatta devletin başından, bakanına; “Bal gibi satarım” çizgisinden, “Babalar gibi satarım” noktasına varışta esasen bir istikrar var. Hani çocukluğumuz oyunuydu; “Yağ satarım, bal satarım. Ustam ölmüş. Ben satarım.” Evet, bal satan ustaları 29 yıl önce öldü. Bu zahmetli iş çıraklara düştü. Bal, orman, devlet, baba, ayı, satma, adalet…
Demirel’e memleketin hali sorulunca anlatıyor: “Osmanlı’da yiyici Karakuşi Kadı varmış. Fırının önündeki güveçte ördeği istiyor. Fırıncı paketleyip veriyor. Sahibi gelip isteyince, fırıncı; “Uçtu” diyor. Kavga çıkınca araya giren gayrı müslümün kazayla bir gözünü çıkarıyor fırıncı ve kaçmaya başlıyor. Ördeğin sahibi, gayrımüslüm fırıncıyı kovalıyor. Fırıncı duvardan atlarken hamile kadının üstüne düşüyor, kadın çocuğunu düşürüyor. Kadının kocası da kovalayan kervanına katılıyor. Derken fırıncı bir de Yahudi’ye çarpıyor. O da kovalayanlar içerisinde derken, zabit hepsini zapt edip Karakuşi kadıya çıkarıyor. Kadı önce ördeğin sahibine sorar; Şikayetin? Ördek sahibi: Bu fırıncı ördeğimi iç etti. Kadı fırıncıya: “Ördeği ne ettin?” der. Fırıncı: “Uçtu” diye yanıtlar. Kadı kitabı açar. Ördeğin karşısında, “tayyar” yazıyor. Tayyar, uçmak demek. Ördeğin uçması suç değil, Gayri Müslime sorar: “Şikayetin?” Gayri Müslim: “Bir gözümü çıkardı.” Kadı açar kitabı. “İki gözü çıkarılan gayrı müslümün bir gözü çıkarılır” yazıyor. Gayrımüslüme; “Fırıncı senin diğer gözünü de çıkarak, şeriat mahkemesi de onun bir gözünü.” Gayrı müslüm davadan vazgeçer. Hamile kadının kocasına: “Şikayetin?” Yanıt: “Karımın karnındaki çocuğumu düşürttü.” Kitabı açar kadı: “Karını fırıncıya vereceksin, Ölen çocuğunun yerine çocuk koyacak karının karnına.” O da davadan vaz geçer. Yahudi’ye sorar. “Sen ne diyorsun?” Yahudi: “Ne diyeyim kadı efendi. Adaletinle bin yaşa…” Demirel, son olarak soruyu sorana: “Ananı öpen kadı. Kimi kime şikayet edeceksin” der.
Şimdi: “Devlet ayılarına sahip çıksın” noktasından, “Ananı öpen kadı” eşiğine nasıl geldik? Bu ayrı. Ama bir de; “Köprüyü geçene dek, ayıya dayı diyeceksin” halleri var. Her ayının nerede ise bir dayısının olduğu zamanlar sıkıntılı elbette. Ayıya, dayı denmediğinde ne olur? Demeyenin başına neler gelebileceği de, hangi Karakuşi Kadısı önünde kendisini bulabileceği de çok muğlak olmasa gerek.
Fıkra ile sonlandırmak yakışabilir bu metni: Bir avcı, evine gelen misafirine eski bir ayı postunu göstererek “Bu ayıyı Bolu ormanlarında vurmuştum” der. Misafir “Nasıl olur? Bu kutup ayısı, Bolu’da bulunmaz”. Avcı gülümseyerek; “Kardeşim ayı bu. Orasının kutup olmadığını, Bolu ormanları olduğunu nereden bilsin?” Bodrum Paşası Zeki Müren’den; “Dönülmez akşamın ufkundayız” dinlemek için, vakit gerçekten çok geç. Hele hele; Çayeli’nden Ahmet Salih gibi; “Devlet ayılarına sahip çıksın” demek için ise bir hayli geç. Neyse ki; Burasının kutup olmadığını, Bodrum olduğunu bilebilecek ve avcıya (Elindeki tüfeğine karşın) hatırlatacak birileri var memlekette. Ayı bir kez yolu şaşırmış. Allah şaşırtmasın, ama doğru yolu göstermek de sevaptır.
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)