Önce Yürekler Betonlaştı… Bodrum misafirlerini; Halikarnas Balıkçısı’nın; “Yokuşbaşı’na geldiğinde Bodrum’u göreceksin. Sanma ki sen geldiğin gibi gideceksin. Senden öncekiler de böyleydiler. Akıllarını hep Bodrum’da bırakıp gittiler” hoş geldini ile karşılar…
Önce Yürekler Betonlaştı…
Bodrum misafirlerini; Halikarnas Balıkçısı’nın; “Yokuşbaşı’na geldiğinde Bodrum’u göreceksin. Sanma ki sen geldiğin gibi gideceksin. Senden öncekiler de böyleydiler. Akıllarını hep Bodrum’da bırakıp gittiler” hoş geldini ile karşılar. Tam da hoş geldiniz dediğimiz yerden, Bodrum’a baktığımızda; aklı bırakmanın hayli hayal olması bir tarafa, ciddi bir akıl tutulması da yaşayacağımız muhakkak. Ve o tabelanın altında; “Nerden, nereye” iç çekmesi, soluğumuzu kesebilir. Eğer eskisini biliyorsanız, acı tebessümünüz anılara
takılabilir. Ruhunuz, keşmekeş düş labirentlerinde yalnız kalabilir. Betona durma öncesinde oysa bu kent, bekledikçe, eskidikçe şarap misali güzelleşen kadın modundaydı. Salmakis, bu kente o tabelanın (Cevat Şakir’in Merhabası) altından şimdiki haliyle baksaydı ve şimdiki aklı olsaydı o delikanlıya gene sarılır mıydı? O göl bu muhteşem tutuşmaya tanıklık eder miydi?
Yokuşbaşı’ndan aşağı doğru baktığında; Her yerde beton ve rant var.
Yabancılaşma nevrotik düzeyde, kirli senaryolar perde beton bolluğuna görüntü düşürüyor. İmar oyunları, Ali Cengiz’e rahmet okutuyor. Beton mezarlıklar enlemesine şişmanlıyor, yukarıyaysa vera boy atıyor. Her şey var Yokuşbaşı’na geldiğinde ve aşağıya baktığında. Sadece insan yok. Var da betonlaşmış olanından var. Sadece binalar değil, betonlaşan. Yüreklerde at başı betona doğru katılaşmakta. Betonun mikseri, insanın mikseri uyumlu bir dönüşüm halindeler.
Mikseri karıştırıcı özelliği sayesinde, betonun donması ertelenir. İnsan mikserinde ise; harç sevdasızlıkla karıldığı için, anında donma gerçekleşir. Ruh, yürek ve duygu bir daha aslına rücu etmemek üzere katılaşır. Bu donuk durum çözülmez değil, elbet. Ama kötücül olanı çürüyerek çözülmedir. Esasen bu özsel bir dağılmadır. Kum taneciklerini bir arada tutmaya kifayet edemiyor çimento, demirse kendi küfüyle erimeye yüz çevirmiştir. İnsanda da ruh dağılması benzer çürümeyle örtüşse gerek. O nedenden kaynaklansa gerek; Yokuşbaşı’na gelip de, aşağıya baktığındaki psikiyatri tabelalarındaki çok.
Bodrum’un mühim değeri Beton Şakir; ölümü evvelinde, durumun kendisine yansımasına: “Betona çakıldım. Ölmedim. Adım; Beton Şakir’e çıktı. Ama kaderin cilvesi beni kum gibi dağıttı. Hayatın betonu, çimentonunkinden daha beter insanın içine işliyor. Bak binalar çürüyor. Kazıyorlar üstüne başka beton döküyorlar. İnsanın harcı bir defa dağıldı mı, hiç toparlanası değil. İşte şekil 1 A ben” diyerek izah getirmişti. Beton Şakir’in sadece şarap değil, aynı zamanda yoldaşı olan Kara İnek Hüseyin de; İçmeler’deki villaların balkonlarına doğru boşuna: “Ölüm de var” diye ünlemezdi. Hatta bu hatırlatması derinlere içlesin
diye; dağa, taşa da yazdı. Bu yazılı ve sözlü ısrarcı sesleniş yürekteki ve karadaki beton bağıntısına bir değinme miydi bilinmez. Kara İnek Hüseyin bunu sır olarak yanında götürdü.
Kara İnek Hüseyin; “Betonlar büyüdükçe, insanlar küçülüyor. Bizim beton (Şakir) hariç” derken aslında önemli bir derinlik yakalamış gibiydi. Bodrum Kalesi’nden çıkılıp da, kule tipi evler yapıldığında avlu kapısında; “Dikkat köpek var” tabelası olmazdı.
Sakız mimarisi evlerin de, DASK (Doğal Afet Sigortası Kurumu) belgeleri de yoktu. Musandıralı evler ise halen güçlendirme projelerine ihtiyaç duymaz. Kara İnek Hüseyin, lüks villara dönerek; “Ölüm de var” diye ünlerken aslında bir yüzleştirmeye ses oluyor
gibiydi. Binalarının sıva çatlaklarından önce ar damarları çatlamıştı beton uygarlık tiranlarının. Onların eğreti hayat tarzlarını hiçbir güçlendirme projesinin ayakta tutamayacağına vurgu yapıyordu belki de. “Villasında ölü bulundu” haberlerinin satır aralarına hangi yalnızlık sığmıştı acaba? Ölüsü bulunan nefes alıp verdiği mekanın yaşam değil de, ölüm evi olduğunun farkında mıydı? Oysa Karya’da, Leleg’de ölüm de yaşam denli kıymetliydi.
Kayalardan özel mezarlar yaparlardı ölülerine, ölüm odaları ayrıcalıklıydı hatta derine gidip ölüm kuyuları dahi inşa edilmişti. O zamanlarda, hiç kimse de; “Ölüm de var” diye ünlemiyordu ortalık yerde.
Betonlaşmanın ilk yıllarında deniz sıfır otel önemli bir eşikti. O oteller inşaatında genellikle doğal deniz kumu kullanıldı. Hatta sıva kabul etmedi bu vicdansızlığı çatladı. Sıvanın ar damarının çatladığı yerde, insanınki kan daha doğrusu rant pompalamaya devam etti. Sonra turist otele yerleşip; “Hani kum”
deyince de plaj yaratmak için (Otel-deniz arasına) inşaat kumları döküldü. O kumlar taneli olup, tene batınca da elekten geçirildi. Eee her şeyin bir çaresi var değil mi? Başka daha fazla alan beton dökebilmek için, ağaçlar kesildi. Turist; “Hani yeşil” deyince de; hibrit, sentetik, suni çimler beton aralıklarına serpiştirildi. “Nato Kafa, Nato Mermer” deyimi tam da bu beton kafalılığı tarif için, kullanılmış olsa gerek. Tabi betonlaşmış yürek ve ruh kendi kafasını da üretecekti. Karşı yaka da (Kos’ta) bunun karşılığı: “Na to marmari, na to kefali” olageldi. Onlar beton kafayı çözme konusunda bizlere nazaran kıyas kabul etmeyecek denli şanslılardı. Onların yaşadığı bereketli topraklar üzeri kültür-tarih-akıl birikimi bu anlamda önemli olanaklar sunmuştu beton kafaya karşı.
Beton kafanın üzerinde ki; donuk gözler dolar yeşili ile baktıkça hayatın yeşili de soldu, kurudu ve hatta yandı. O ateşli ve ranta endeksli bakışlarla yandı çığlık çığlığa ormanlar. Sadece ağaçları, yeşil yaşamları değil; insanın bizzat kendisini yok eden bir acımasızlıktı bahse konu olan. Şimdi haber düştü ekrana:
“Torba’da lüks otel inşaatının, gece vardiyasında çalışan S.T. isimli işçi çalışırken, 3. kattan düşerek yaşamını yitirdi.” Muhtemelen betonlaşmış yürek buna; “Zamansız öldü. İnşaat bittikten sonra ölseydi” tepkisi vermiştir. Gece vardiyası??? Tabi ki; beyzadelerin aceleleri var. Vatan-millet için, 3 vardiya da
çalışılır. Başka! O çok yıldızlı otelleri yapanlar, ışıklar yandıktan sonra 5 km. kıyısından geçemez, önündeki Allah’ın denizine kulaç atamazlar. O beton kütle uğruna canlar yaşam ile vedalaşırken sigortasızdı. Ama tesisin camları dahi sigortalıdır. Canlar sigortasız, camlar sigortalı…
Betona kafa üstü çakılıp ayakta kalabilen Beton Şakir, hayatın betonlaşması karşısında kum gibi dağıldı. Şakir Narin hayata karşı soyadı denli narin dokunuşlar kondururdu. Ekmeğini sokak köpeği ile bölüşür, ayakta duramayan haliyle altta kalana omuz vermek isterdi. En kıymetlisini, şarabını yanı başındakine uzattığında, dönüp kaç yudum içtiğine bakmadı dahi en meteliksiz haliyle. 2.5 yıl kadar önce Beton Şakir, un-ufak olmuş, kum tanecikleri gibi dağılmış yüreğiyle sonsuzluğa uğurlanırken; dökülen gözyaşları ile hangi hayat temize çekilebilirdi acaba? Şakir bazen uyarına gelirse şişenin yarısına doğru sorardı: “Düzen betonlaştıysa, ben mi yarattım?” Bodrum’u, Beton Şakir betonlaştırmadı. Hayatı da ha keza. Yüreği her manadaki katılaşmaya direndiğinden olsa gerek; Şakir’in hayata dokunuşları da hep soyadı gibiydi.
Narin idi. Ömrünün önemli bir bölümünü denizin altında geçirse de, denizin üstündeki kirlenmeden azade olamadı. Ciğerleri fersah fersah denizlere yetti de, yüreği karadaki bu betonlaşmaya yetemedi.
Bodrum elbet iki Şakir’i arasında pek de ayrımcı olamaz, olmadı da… Her ikisini de kendi özgünlükleri içerisinde kabul eyledi. Ama Şakir’lerden; Beton olanı, Cevat olanının yaşamla buluşturduğu palmiyeler altında çok hesaplaştı, efkarlandı, düş kurdu. Halikarnas Balıkçısı; “Yol Ver Deniz” kitabında daha çok
çocukları merkezine aldı. Hedef okur kitlesi de çocuklardı. Ama adaşı belki de en çok onu sevmişti. Deniz, Beton Şakir’e zaten yol vermişti. En delişmen ve keyifli maceralarını denizde yaşamıştı. Karada ise ağırlıklı olarak; palmiyeler altındaki hüzünlü zamanları. Her iki Şakir’de çevre olmazsa olmaz düzeyde insanlık nasiplenmesi idi. Cevat Şakir Kabaağaçlı’dan doğayı, çevreyi çekip aldığın zaman geriye balığın kılçığı hesabı sadece iskelet kalır gibi. Beton Şakir ise Bodrum’da kimsenin çevre düşkünlüğünü beğenmez, çevre aktivistlerinde eksik gördüğünü de; “Siz de çevreci misiniz? Çevreci olacaksan ben gibi betona kafa atacaksın” diyerek yüzlerine vururdu.
Ama şu bir gerçek ki; Bodrum, Şakir’leri olmaksızın biraz daha öksüz. Hatta Cevat Şakir’in (Hoş Gökova kasıt merkeziydi ama çok değişmese gerek) ; “Gör de yaşa” dediği noktadan, “Gör de utan ve yüzün bir daha da ağarmasın” bataklığına geliş süreci hiç de kolay yaşanmadı. Söz konusu olan rant ve betonlaşma idiyse; yasa, tüzük, yönetmelik, mevzuat bir teferruattı. Ulvi rantsal amaçlar için gereken yasal kılıfı hazırlamak, hazırlanmıyorsa da minareyi kılıfa uydurmak çok da güç bir meşgale olmasa idi.
Turizm Teşvik Yasaları, Orman Tahsis Yönetmelikleri, Kanun Hükmünde ebelek-göbelekleri yedi düvele nam salmış cihan padişahlığı için, çocuk oyuncağıydı. Şapkadan tavşan çıkarmak fıtratlarında vardı. Ama gecedeki yıldızların görkemi hiçbir rantsal hesaba sığacak gibi görünmüyordu her iki Şakir’de de… Cevat Şakir buna: “Gece yıldızları tek tük görünen mıymıntı şeyler değildir. Yıldız kalabalığına engin gece dar gelir. Sanki parıltılarıyla göğü sarsıp gürlerler. Hele ufukta ay bir görüne koysun, evren bir peri masalına
döner” diyerek özet çıkarır.
Beton Şakir ise gamlı gecelerinde, en dolanmaz diliyle: “Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar…” şarkısını mırıldanırdı. Ve gökyüzü yıldızları ile sabahlara değin dertleşirdi. Ta ki; o yıldızlar gün ardına saklanana değin de sürerdi bu derin dert ortaklığı. Belki biraz da bu yüzdendi; Beton Şakir’in yıldızsız gecelerdeki olağan-dışı gerginlikleri. Mesela karakola genelde yıldızsız gecelerde düşerdi. O gecelerde nezarette kalışına iç geçirmezdi. “Gökyüzünde zaten yıldız yoktu. Kayıpta yoktu” derdi. Yani iki tür gece vardı. Yıldızlı olanları ve yıldızsız olanları. Yıldızsız olanları gönlünde ve yaşamında zaten yok hükmündeydi. Yıldızlı olanları ise başındaki şarap dumanlarının yegane sorumlusu idi. Hele birde yıldızın kuyruklu olanına denk geldin miydi; değmen gari…
Bodrum’un ve insanoğlunun filozofik değeri Neyzen; “Hayat üç buçuk ile dört arasındadır. Ya üç buçuk atarsın. Ya da dört dörtlük yaşarsın” demişti ikilemlere dair. Bodrum 7 kez batmış. Bu batmaların her çıkışında üzerinden yeni bir uygarlığın mükemmel izleri süzülmüş. Ama bu beton medeniyetinin 8. batırışı
nihayetlenirse; yarımada bu beton ağırlığı, yükü bunu kaldırmaza benzer. Bu beton batışın çıkışı olmaz gibi. İnsanların yaşamları beton medeniyete gece vardiyalarında 3. katlardan düşerek, kaskatı kesilerek kurban edilmiyor sadece.
Yaşam ayağından beton prangaya bağlanmış. Denize atılacağı zamanı beklemek ya da beton prangadan kurtuluş. Hemşehrimiz Neyzen; üç buçuk, dört arası buna vurgu yapmış olsa gerek… Beton dünya mahsulü beton kafa ve beton yüreğin;
hayata sunabileceği tek bir ot kökü olamaz. Onun gözleri donuk, yüzü mimiksiz, kulakları sağır, teni soğuk, teri kan kokuludur. Oysa Bodrum evlerinde her şey yaşama dairdir. Dışarıdadır. Söveleri, kepenkleri dışa dönüktür. Avluya, bahçeye göre bir yaşam dizaynı vardır. Dışarıdaki akrebe, yılana dahi yaşama
şansı verilmiştir o kutsal harmonide. Öldürülmemiş kök boyası çivit mavisi ile beyaz kireç ile araya sadece mesafe, çizgi konmuştur. Yeter ki; yürek betonlaşmasın. Şakir denli Narin atsındı. Betona sığdırılmaya çalışılan hayat, adeta dipsiz bir mezarlık. Tedavi kliniği mevcutlu olmadı gibi, bir süre sonra hiç
bir acil servis müdahalesi de kifayet etmeyebilir. Bodrum’a üşüşmüş beyaz adamlar, Yokuşbaşı’ndan aşağıya adeta kurtarıcı misyonu ile sarkarlar.
Bodrum’un esaslı olarak bu kurtarıcılardan, kurtulması gerek. Celladına aşık, kurban ruh hali mezarlığı daha bir içinden çıkılamaz denli büyütecek, derinleştirecektir. O beyaz adam paranın yenmeyecek bir nebat olmadığını asla öğrenemeyecektir. Ama hayatları çalınanların, çalanların kapısını çalmalarının
zamanı geldi de geçiyor gibi… Henüz vakit var iken, hayata bir şans.
Yazı: Ayhan Karahan / M.Deniz Özbaş
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)