Yazarlar

Üş Kuruş – Ali DİZDAR Yazdı

Yaşlı denizci her zamanki gibi Kumbahçe’deki evinden çıkmış ağır ağır diğer denizcilerle gününü geçireceği denizciler kahvesine doğru yola koyuldu, rutubetten kaptığı ayaklarındaki siyatik ağrılarına aldırış etmeden ilerliyordu. Azmakbaşı Köprüsünün üzerindeydi..

Üş Kuruş – Ali DİZDAR Yazdı
Ali Dizdar Üş Kuruş

Yaşlı denizci her zamanki gibi Kumbahçe’deki evinden çıkmış ağır ağır diğer denizcilerle gününü geçireceği denizciler kahvesine doğru yola koyuldu, rutubetten kaptığı ayaklarındaki siyatik ağrılarına aldırış etmeden ilerliyordu.

Azmakbaşı Köprüsünün üzerindeydi ki karşıdan çocukluğundan beri aynı kaderi paylaştığı Sait Kaptan bastonuna dayanarak yürüyordu, elinde küçük bir poşet belli ki alışverişten eve doğru seyrediyordu.

Bir an, “ben ondan daha iyiyim” diye düşündü, bodoslamadan çarpışmaya birkaç adım kala durdu, Sait Kaptan da öyle, güneşte yanmaktan esmerleşmiş kırış kırış yüzleriyle iki kaptan öylece durmuş birbirlerine “hey gidi koca reis ne hallere düştük değil mi” bakışı atıyorlardı.  Bu onların ‘merhaba’ faslıydı.

Biri diğerine el hareketiyle ‘nasılsın’ diye sordu. Karşısındaki; birkaç gündür kendini iyi hissetmediğinden evden çıkamamıştı. ‘Bugün kendimi iyi hissediyorum, artık iyiyim’ anlamına gelen fırtına dindi hava durgun anlamında “ŞÜT LİMAN”, diyecekti ancak neyin vardı diye sorarsa anlatması zor olur diye düşünüp, iyiyim bildiğin gibi sağlığımda bir değişiklik yok anlamında “AYNİ”, diye cevap verdi. Ve ardından “Sen” dedi kısaca Sait kaptan.

Bringali Kaptanın aklına siyatik ağrıları geldi, ‘zaten yürüyüşümden anlamıştır saklamaya gerek yok’ diye düşünüp iyi değilim anlamında “KESAT” diye cevap verdi. Kısa bir süre bakıştıktan sonra her ikisi de sağ ellerini başına kadar götürüp selamlaşarak ‘kim öle kim kala’ diye veda ederek yollarına devam ettiler.

Uzun uzun cümleler kurarak yapılacak bir muhabbet faslını bir iki kelimeyle halledip hasret gidermişlerdi ayaküstü. Bu onların espri dağarcığı zenginliğiydi.

Yukarıdaki mizanseni yazarak yüzlerce enteresan karakteriyle harmanlanmış gözünü sevdiğim kasabamın geçmiş yaşamından dilim döndüğünce kesitler anlatmaya çalışıyorum ki “Haydi daha çok turizm” sevdası ile yağmalanan habitatımızın yanı sıra değer bildiğimiz daha neleri de kaybediyoruz. Algılayalım.

Bir düşünün çarşıya, pazara ya da plaja gittiğinizde kaç kişiyle selamlaşıyorsunuz…

Normaldir çünkü tanışmıyorsunuz, yabancıların arasında geziyorsunuz. Eski Bodrum yaşayanları yolda karşılaştıklarında bırakın selamlaşmadan geçmeyi birbirlerine esprili bir şeyler söylemeden geçemezlerdi.

Akşam dükkânı kapatıp babamla birlikte eve gidişimiz bir ritüeldi. İş yeri çarşıda, ev Kumbahçe Mahallesinde, Cumhuriyet Caddesini boydan boya yürüyerek geçerdik. Çarşıdan eve en çok 15 dakikada yürünürdü. Ancak yolda her karşılaşılanla ayaküstü sohbet edilir, hâl hatır sorulur, espriler havada uçuşur, hatta fıkralar anlatılır, gülüşmeler, kahkahalar atılırdı. Her önünden geçtiğimiz dükkâna girilir sohbet edilir, gerekirse hatır alışverişleri yapılırdı. Öyle yavaş ilerlerdik ki eve 1-1,5 saate zor varırdık.

Günün hangi saati olursa olsun yolda karşılaştığınız eş dost ile çok acil bir durum yoksa dakikalarca sohbet edilirdi. Bekletilemeyecek kadar acil bir durumu varsa çok çok özür dileyerek izin ister giderdi. Günün hangi saati olursa olsun ya da sizin ne kadar acele işiniz olursa olsun hiçbir dükkânın önünden kapısı kapalı değilse selam vermeden geçilmezdi, ayıptı.

Eski Bodrum yaşamımızda ayıplanmak çök kötüydü. “Ne ayıp” dendiğinde çok utanılırdı, yer yarılsa da içine girsem diye düşünülürdü.

Cumhuriyet Caddesi’nde şimdi 1. Artemisia adıyla sergi salonu yapılan KORTAN Restoran’ın karşısındaki köşede tek katlı küçücük bir dükkân vardı. Meşhur Ali Güven’in ayakkabıcı dükkânı. O’na Ali Abi diyemezdik, çünkü o bir marka idi, O ALİ GÜVEN idi. Başka bir isim ya da sıfat onu ifade edemezdi. O Türkiye’de ilk sandaleti ve en güzel sandaleti yapan USTA idi. Onun markası Bodrum Markasının önüne geçmiş, daha Bodrum’un ünü yayılmamışken Ali GÜVEN ünü çoktan Amerika’ya varmış Dünya’nın birçok ünlüsüne sandalet giydirmişti bile.

Kumbahçe ve Omurça Mahallesinde oturanlar başka yol olmadığından mecburen çarşıya, okula, işe ya da gezmeye gidiş gelişlerinde CUMHURİYET CADDESİ’NDEN yani onun dükkanının önünden geçmek zorundaydılar. Genellikle Ali Güven çalışıyor olur caddeye yan olacak şekilde oturur, kapı pencere zaten devamlı açık olurdu. Samimi olmanız önemli değildi, “GÜNAYDIN ALİ GÜVEN” veya “MERHABA ALİ GÜVEN” diye yüksek sesle selamlayarak, zaman zaman da küçük sataşmalar yaparak geçerdik. “MERHABAAAAAAA” diye uzatarak karşılık verirdi.

“MERHABA” Cevat Şakir’in Bodrumlulara bir mirasıdır. İşte bu “MERHABA” kelimesi bir selamlama prosedüründen çok bazen “DOSTLARINIZI UNUTMAYIN” ikazı gibi olur, bazen “SELAM DOSTUM”, bazen de “CANIM SIKKIN BUGÜN SATAŞMA BANA” hatırlatması olurdu. Bunu merhabanın tonlamasından anlardık.

Kazara ya da dalgınlıkla dükkânın önünden selamsız geçecek olsak, “NE O! SELAM YOK MU?” diye seslenerek utandırırdı. Bu serzeniş şahsına yapılmış bir nezaketsizlikten ÇOK insanların birbirlerine saygı sevgi içerisinde olmasının gereğini hatırlatırdı.

Her fert kendine bir enteresanlık giydirir, bu özelliğinden asla vazgeçmez ve taviz vermezdi. Balıkçısından, esnafına, komiserine, emeklisinden, zengininden, sarhoşuna kadar herkes gündeme etki edecek bir etkinlik içerisindeydi. Sakin ve sessiz olandan “BUGÜN BUNUN BİR DERDİ VAR” diye endişe edilirdi.

Mahallemizde SAMUT lakaplı bir abimiz vardı, balıkçılık yapardı. SAMUT Giritli lisanında dilsiz demekti. Duyma ve konuşma özürlüydü ancak bir o kadar da gevezeydi. İşaret dilini bilmediği halde (bilse ne yazar anlayan yok ki) kendi lisanıyla her derdini anlattığı gibi genellikle de komik, trajikomik, durum ve anılarını, el hareketleri, yüz mimikleri eşliğinde mükemmel anlatırdı.

Fıstıkçı Ali Dayı sepeti kolunda gezerek fıstık satar, alkole düşkünlüğünden devamlı sarhoş dolaşırdı, seyircisi bol toplanma yerlerinde, davul zurna da varsa sepeti kolunda oynar, bazen bir sokak köşesinde yorgunluk ve sarhoşluktan uyur kalır çocuklar fıstıklarını aşırırlardı. Kafayı bulduğunda fıstık satarken maniler söylerdi.

Alıveren Makası İki Gömlek Yakası

Oğlanlar hep çalışsın gızlara manto parası…

Zaman zaman eşeğin her iki yanına yerleştirdiği küfelere Şalvarağa Fırın’ından doldurduğu ekmeği sokak sokak gezerek satan ve rekabete ilginç boyutlar katan Şalvarağa İbram” Amca, Baraz Otel’in (şimdiki Mahfel Kafe) yanındaki bakkalında “ABU HAYAT BU” diye bağırıp caddeyi inleterek sattığı el yapımı ayrana, ballandıra ballandıra öyle bir kalite katardı ki zemzem suyu niyetine içmeden geçemezdiniz.

Ayakkabı boyacısı bedensel engelli “Yavalet Ali” Çarşıda Han girişinde küçük bedeniyle kocaman boyacı sandığının arkasında oturur, tüm esnaf neredeyse her gün çırağı ile ayakkabısını gönderir boyatırdı. Bekleteceği müşterisine terlik verir ayakkabısını bıraktırırdı. Ağzından hiç sigara eksik olmaz, içtiği sigaranın külünü illaki boyadığı ayakkabının üzerine düşürür, “daha iyi parlar” diye yaptığı işe kalite kattığını söylerdi.

Çarşı esnafı sabahın erken saatlerinden itibaren kahvaltısını rutin olarak “Nasip Şeker’in” kömür ateşinde pişirdiği nefis şiş köfteleriyle yapar, çarşı kahvecisi sabah kahvaltısında bu köfteyle bi ufak rakı içerdi.

“Tekaüt Berber” usturayı kullanırken elim titremesin bahanesiyle tıraş arası, dükkânın bir köşesinde perde arkasında bir tek atar, tıraş ederken bir gözü dışarıyı süzer, kapı önünden geçen kimseyi kaçırmaz atışarak selamlaşırdı.

“Emniyet amiri KOPO” kovboy şapkasıyla gezer, cadde sokak dolaşır esnafla sohbet ederdi. “Emekli bankacı” Kızılderili kıyafetiyle dolaşır Kızılderili selamı verir, turistlerle fotoğraf çektirir, basına at üstünde poz verir turizmi çeşitlendirirdi. Trafik polisi çok süslediği motosikletiyle belediye meydanında nöbet tutar halkın sevgisine mazhar olup “SÜSLÜ” lakabıyla sevilirdi.

Bodrum’un bu denli hızlı turizm kentine dönüşmesi ve popüler olmasının altında bu enteresanlığının yanında sınırları aşan hoşgörülülüğü de yatar.

60’lı yıllarda Alman ve Fransız turistler sahilde tanga mayolarıyla denize girdiklerinde ahali başını çevirmekle yetinmişti. 70’li yıllarda, deniz mayo ve şortlarımızla restoranlarda oturabilir, turistler bikinileriyle pazarda alışveriş yaparlardı. Memlekette lakabı olmayanı tanımıyorlar diye kendine “Hey Yavrum Hey” lakabını yakıştıran ortaokul öğretmeni Mustafa Bey, emekli olup deniz kenarındaki evini restorana çevirdiğinde masasını denizin içine kuran müşterileri büyük bir zevkle ağırlardı.

Bir de GUGU’yu anlatayım ki yerelin hoşgörü eşiğinin ne kadar yüksek olduğunu da algılayın.

Kızılhisarlı Mustafa Paşa Camisi isminin aklımıza gelmesi zor olduğundan Liman Camisi olarak tarif ettiğimiz caminin müezzini bizim Kumbahçe Mahallesinde otururdu. Çok güzel de ezan okurdu, henüz yayın sistemi yok elbet, minareden kendi sesiyle, bizim mahalleden (Kumbahçe’den) duyulurdu ezanı.

İşte bu imamın oğlu vardı yaşça benden büyük, doğuştan zihinsel engelli, ismi TURGUT. Ancak Turgut konuşma ve ezberleme zorluğu yaşadığından bazı kelimelere dili dönmezdi, kendi ismine de dili dönmemiş ve TURGUT isminin GU sesinden yola çıkarak kendi adını GUGU olarak telaffuz ederdi. Doğal olarak okula gidemeyen Turgut’un okuması yazması yoktu. TURGUT boylu poslu normal görünümlü bir genç olup artık bıyıklarının terlediği zamanlar, mahallede ev ev dolaşır belediye görevlisi memur gibi elektrik ve su saatlerini okuma görevi yapardı.

GUGU’nun dokunma konusunda da bir alerjisi vardı. Kapıya gelir kapıya elle vurmaz, ağzıyla “TAK TAK TAK GUGU GELDİ GUGU GELDİ” diye bağırır, biraz bekler, kapıyı açan olmazsa tekrar aynı şekilde bağırır, cevap alamazsa üzgün bir şekilde bir sonraki eve geçerdi. Annem duyduğu ilk TAK TAK TAK da ses verir gücenip gitmesini istemez “HOŞGELDİN TURGUT BEKLE GELİYORUM” diye içerden seslenirdi.

Avlulu Eski Rum Evleri, evden avluya çıkıp dış kapıyı açacak ve illaki elinde bir iş vardır. Eski yaşamımızda bir kadının boş olduğu bir an yoktu. Çamaşır, bulaşık elde yıkanır, yemek gazocağında ya da odun ateşinde, evde 10 nüfus doyurulacak, delik çoraplar yamanacak, ütü, dikiş, örgü derken neredeyse günün 24 saatinin yetersiz olduğu zamanlar.

Elindeki işi bırakır, avluya çıkar, gider dış kapıyı açar, tekrar “HOŞ GELDİN TURGUT” diye karşılardı. GUGU’nun kucağında sıkı sıkıya sarılarak tuttuğu bir defter ve elinde bir kalem olurdu. GUGU, “OKUCEM OKUCEM OKUCEM  OKUCEM” der, annem de buyur diyerek içeri alırdı.

O zamanlar elektrik saatleri evin içinde su saatleri de avludaydı. GUGU, yiyecek, para, ya da verilecek herhangi bir şey kabul etmezdi. Evin içine de girmezdi. Annesi sıkı sıkıya tembihlemişti herhalde. Mecburen su saatine yönelirdi su saatini işaret ederek “AÇIVESE AÇIVESE AÇIVESE AÇIVESE” diye hızlı hızlı kelimeyi dört kez tekrar ederdi. Bu onun ısrarla saati okumak istediğini ve lütfen kapağını açar mısın dileğini anlatırdı. Annem eğilir su saatinin kapağını açardı. GUGU Saate bakar “OKUVESE OKUVESE OKUVESE OKUVESE” diye, dileğini söylerdi. Annem yine eğilir okuyor gibi yapar GUGU’nun ezberleyebildiği “BİR – ÜŞ – BEŞ” rakamlarından birini söylerdi. GUGU rakamı tekrarladıktan sonra elindeki defter kalemi uzatır “YAZIVESE YAZIVESE YAZIVESE YAZIVESE” diye isteğini belirtirdi. Annem defteri alır üzerine söylenen rakamı yazar GUGU’ya iade ederdi. Defterine tekrar sıkıca sarılan Turgut mutluluktan zıplaya zıplaya sevinç çığlıklarıyla evden çıkardı. Elbette kapıyı bizim açmamız şartıyla.

Hepimizin yüzünde silmesi zor mutluluk gülümsemesi asılı kalırdı.

TURGUT gün boyu sokak sokak ev ev dolaşır ve bu enstantaneyi yaşardı. Hiç kimse GUGU’yu evine almaktan sakınmaz, kapıya gelen GUGU‘yu duymazlıktan da gelmezdi. Biz bu enstantaneyi güzel günlerde haftada bir yaşardık.

Biz daha nice yaşam formlarımızı bu turizm canavarına kaptırdık… Karşılığı… ÜŞ kuruş…

Saygılarımla

Ali DİZDAR

YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)

ÜYE GİRİŞİ

KAYIT OL