Ece Ayhan, Mor Külhani şiirini; “Aşk örgütlenmektir, bir düşünün ağabeyler” diyerek sonlandırır. Aşk ve örgütlenmek hayat içerisinde ciddi alan işgal eder. Aşk; akıl-dışı kurgu, bağlam, bağlanma ve yaşanmışlıktır. Ve yaşanacaktır…
Ece Ayhan, Mor Külhani şiirini; “Aşk örgütlenmektir, bir düşünün ağabeyler” diyerek sonlandırır. Aşk ve örgütlenmek hayat içerisinde ciddi alan işgal eder. Aşk; akıl-dışı kurgu, bağlam, bağlanma ve yaşanmışlıktır. Ve yaşanacaktır. Kesin tarifi icat edilmemiş olandır. Ece Ayhan aşk ve örgütlenme ilintisini kurarken kendi yaşanmışlıklarından mı feyz almıştır acep? Bu yazı da sokağa çıkmanın yasaklı olduğu bir Pazar gününde yazılıyor. Ama yazan biliyor ki; aşk Pazar günlerine has bir havalandırma, teklifsiz bir fırsat yakalama anı asla değildir. Aşk yasaklı yüreğin ne zaman patlayacağı belirsiz mayınlı alana acıyla, pişmanlıkla, kavrulmuşlukla, delilikle, evcilleşmeyle, yeniden ve yeniden yaklaşmasıdır biraz da… Hayal gücü yanağa dudakla temas edene dek huzursuz bir zaman tünelinden geçer. Su gibidir yani. Konulduğu kabın biçimini alırken; yol aldığı toprağın da rengini çalar.
Örgütler öncesinde birleşme, sonrasında ayrışma üzerine kurulur. Sonuçta her çocuk doğduğu yerden kopar, kendi yerini yaratır. Aşk da ayrılığa dairdir, kendisini üretemediği sürece… T.C. yasalarına göre yasa dışı bir örgüt olmak için asgari üç kişi olmak gerek. Oysa aşk iki kişiliktir. Örgütler önerdikleri çözümler için hedef belirler ve savaşır. Aşk ise yare ulaşmanın şifresini kendi gizeminde saklı tutar. İki kişiden her birisi düşlerini hayatın keskin kıvrımlarından geçirir ve ruhunda kesiştirir. Kentin tozlu ve bulanık ışıkları düş karartsa da; aşk can suyunu kendi özünde taşır. Örgütlerin ve aşkın tarafları sürekli çatışma halindedir. Ta ki; kutsanan amaca ulaşana değin. Aşk ne kadar çok şeyi karşısına alır ve ne denli hakim duygular ile uzlaşmaz ise, o denli iç titretir ve büyür. Hayal gücü sıkıntısı yaşayanlar; aşkı bulma ve örgütlenme noktasında da kısırdırlar. Aklında, zihinsel görüntüler oluşturabilenler, uçurtmalarını gökyüzünün enginliklerinde uçurabilirler. Aksi durumda uçurtma bir yerlere takılabilir. Zihinsel görüntüler bulanıklaşıp, külliyen silinebilir.
Her aşk bir öncesinin katili olduğu gibi, aynı zamanda kendisini yaşar. Cevat Şakir ile Azra Erhat; “Devlerin Aşkı” ile birbirlerine bağlandıklarında da kendilerini yaşamışlardır. Birbirlerine dokunamadıklarında, mektuplaştı ulvi aşkın tarafları. Azra Erhat, Balıkçı’nın mektuplarını muhafaza etmek için, kapalı çarşıdan kocaman bir çeyiz sandığı alıyor. Ama aradan bir yıl geçmeden doluyor sandık. Balıkçı’nın ölümüne dek 15 yıl süren kültür, bilim, hayat arkadaşlığı; dostluk ortaklaşalığı ve yoldaşlık zaman zaman sendelemiyor değil. Azra Erhat böylesi bir sendeleme anında kaleme aldığı mektubunda: “Balıkçım hala beni kendinden ayrı bir varlık sanıyorsun. ‘La persone’ diyorsun. Hayranım olmaya çalışıyorsun. Şu Azra’yı kolun, ayağın, vücudunun bir parçası saysana. Ne diye ayırıyorsun beni senden? Ellerini öperken, ben bayram çocuğu gibi bir adet yerine getirmiyorum. O Lykos Vadisi’ne otomobille giderken, hep ellerine bakıyorum” diye fısıldıyor Balıkçı’nın vurgun ve maviye çalan yüreğine… Devlerin Aşkı’nın kokusu en çok da, Bodrum’a ve devamında Mavi Yolculuk güzergahına sinmiştir. Bodrum’dan, Gökova’ya yol alışlarda ruhun dinginleşmesi belki de bundandır. Ama Azra Erhat ve Balıkçı’nın belkilere meydan bırakmayan bir başka ortaklaşılığı var. Her ikisi de iyi örgütçüydüler.
Kokumun kokusuna yoldaş olduğu yari sordum yıldızlara, “Yüreğine bak bizden çok göz kamaştırıyor” dediler. Yüreğimin en derinindeki tekliği sordum rüzgarlara? “Ruhuna bak bizden fırtınalı esiyor” dediler. Denizlere sordum onu. “Bizden daha engin ve mavi” dediler. Onu gökyüzüne sorduğumda sonsuzluğu üzerimi örttü, üşümem geçti. Bu yüzden gökyüzünden düşen hiçbir beyaz martı tüyü gözümden kaçmaz. Ve bundandır her yağmurda, damlalardan onun resmini çizişim. Onsuz bir hayatın; belleğini ve anılarını yitirecek olması da, bu nedenle olsa gerek. Onunla örgütlenmek; bu nedenle yeryüzünün kriterlerini aşan yüce bir uğraştır, umuttur, aça aştır, hastaya ilaçtır, biçareye çaredir, kimsesize kimsedir, bebeye süttür, karanlığa direniştir. Onun gözleri kutup yıldızımdır, yönümü bulur yine ona yürürüm dört mevsim baharda papatyalar arasındaki patikadan. Bu nedenle ona dokunuşlarda çoğaldım ve örgütlendim ilk gün ışıklarında sabahlara…
Tüm topluma koro halinde; “Nerede o eski aşklar” dedirten arka plan ne olsa acep? Bugüne dair bir olumsuzlamadır söz konusu olan. Tv kanallarındaki dizilerde aranmıyordu eskiden aşklar. Kanaldan kanala zaplanarak, aşktan aşka geçilmiyordu eskiden. Aşk bilgisayar tuşları ile yazılıp enterlenmezdi eskiden. Klavyeden, delete tuşuna basılarak da silinmezdi eskiden aşklar. Facebook’taki gibi dürt komutuyla harlanmazdı eskiden aşkın nar-ı. Hayat ne kadar örgütsüz ise, o denli aşksız ve öksüz kalıyor. Örgütlenmek ve aşk, et-tırnak misalidir. Koparılmaya çalışıldıklarında her ikisinin de canı acıyor, içi boşalıyor. Memlekete aşkla bağlanmak, aşkı memleket tadında yaşamak bahtiyarlığında buluşmak gerek. Örgütlenmek için aşk, aşk için örgütlenmek gerek abiler, ağabeyler… Hele bi dinleyin… Yüreğinizi; korkusuzca dinleyin. Yüreğinize aşksız iktidarın geçirmek istediği karanlık perdeyi yırtarak dinleyin yüreğinizi… Aşk için örgütlenmek gerek; ağabeyler, ablalar… Karantinalı Despina’yı dinlerken, dinleyin. Corona günlerinde sokağa çıkmazdan önce ruhunuzu bi dinleyin; ağabeyler, ablalar… Bir savcı bu yazının satır aralarında (Sanki çok bilir ve anlarmış gibi) suç unsuru ararken dinleyin… “Bodrum Adliyesi’nde bir Sulh Ceza Hakimi acaba tutuklar mı” endişesi yaşamaksızın dinleyin. Aşk bu; ne iddianame tanır, ne de sulh… Işıklı yoluna paspas ettiği pespayeliğe bakmaksızın yürür aşk. Ama bi dinleyin! Ece Ayhan ile Cevat Şakir’in pek çok hayat içerisinde pek çok paydaşlığı var. Aynı dönemi yaşamamış olsalar da; onların ortak tutkalı ve tutanı en çok da hayata, doğaya, yer yüzüne aşkla sahip çıkmaları olsa gerek.
Cevat Şakir; Resimli Ay Dergisi’nde yazarken, kelimeleri çok sakıncalı bulunur. Devlet haber salar kendisine ve derginin yöneticisi Zekeriya Sertel’e. Ama her ikisi de devleti ve o dönemin Sulh Ceza Hakimi’ni dinlemez. Aşkın sesini dinlerler. Cevat Şakir; “Hapishanede idama mahkum olanlar, bile bile asılmaya nasıl gider” diye sorar ve yazar da… Cevat Şakir, Bodrum’a; Sertel ise Sinop’a sürgüne gönderilir. Resimli Ay Dergisi ise kapatılır. Cevat Şakir’i Bodrum aşkı ile buluşturan hukuki süreçlerin asli sahibi İstiklal Mahkemesi idi. Mahkeme de, mahkum Cevat Şakir de tamamen politikti yani. Bugüne baktığımızda, o mahkemelerin adaletini anlamakta çok zorlanmayız gibi. Ha keza Nazım’ın ve pek çok devrimci aydının düşünsel emeğini sayfalarında barındıran Resimli Ay Dergisi’ni de tahayyül etmek zor olmasa gerek. Bu sebepten o gün, bugündür; “Bir dinleyin” dendiğinde bu taraf aşkın ve onurlu mücadelenin sesini algılar. Onu dinler. Öbür taraf ise sarayların, saltanatların, sevdasızlığın, zulmün sesini dinler. Cevat Şakir politik sürgün olarak geldiği bereketli Halikarnassos toprakları üzerinde; okaliptusları, mandalinleri, palmiyeleri, begonvilleri ve nicesini örgütledi. Sadece toprakta mı? Denizde de asla uslu durmadı bu yürek. Denizde, balık adam idi. Karada ise ağaç adam idi. Pantolonlarının cepleri en az birer kilo tohum alabilecek denli büyük olurdu. Tohum serpiştirmeye gidişlerinde geleneksel kıyafetli İskoç’a benzetirdi dostları onu. Bodrum, Cevat Şakir için, sürgün toprağı değil, aşkn mabediydi. 13-Ekim-1973’den bu yana bu kavimler kapısı memleket çok özler Cevat Şakir’i. Mavi karanlık yarım asırdır biraz daha öksüz ve özlem yüklü elbette. Hem de bitimsiz ve örgütlenmiş bir aşkla özler balıkçısını. Devlerin aşkı sadece büyük olmakla kalmaz. Ölümsüz, sonsuz da olur. Yani kısacası bu devlerin aşkı, bu topraklarda bitmez, tükenmez… Onun adı Halikarnassos topraklarında aşka yazıldı. İyi ki; geldi ve iyi ki; sonsuza dek bu topraklarda kök salacak, tohum olacak, filiz sürecek bu aşk.
Yüreğine sağlık canım ostum.