Bundan kırk beş yıl kadar öncesiydi, bayramların sıcak yaz aylarına denk geldiği bir dönem. Elinde bir naylon poşetle evin kapısından çıktı çocuk, tertemiz bayramlıklarıyla, parıldayan cilalı ayakkabılarıyla küçücük bir adam…
Bundan kırk beş yıl kadar öncesiydi, bayramların sıcak yaz aylarına denk geldiği bir dönem.
Elinde bir naylon poşetle evin kapısından çıktı çocuk, tertemiz bayramlıklarıyla, parıldayan cilalı ayakkabılarıyla küçücük bir adam.
Kaya tabanlı yokuş sokaktan aşağı doğru yürüdükçe çaldığı kapılardan fırlayan diğerlerini de kattı peşine. Öteki mahallaye, ta öteki mahalleye vardılar – sınırların ötesine…
Kamburu çıkmış, yaşlı bir hala karşıladı onları asma sürgünlerinin sardığı duvarın sokağa açılan mavi – beyaz hayat kapısında.
Çekingen – meraklı – iri gözlerle havuzlu avluyu gözledi çocuklar ilkin, havuzda ılgın ılgın yüzen turuncumsu balıkları…
Yaşlı kadın, çocukların hepsine sarılıp öptü teker teker. Sonra üzeri muşamba kaplı tahta masada duran kavanoz kılıklı şekerliği kulpundan tutup uzattı çocuklara. Büyük bir terbiyeyle uzanıp birer şeker aldı kavanozdan minicik eller.
Hava çok sıcak, bunaltıcı. Sokakta seyyar dondurmacının sesi çınlıyor, “Limonluuuu!!!”… Birbirine bakındı çocuklar, sonra aksayarak onlara doğru yaklaşan yaşlı kadına… Avuçlarına sıkıştırılan kocaman banknotları kaptığı gibi koşup yetiştiler sokağın sonundaki dondurmacıya. Yaşlı kadın kapattı sokak kapısını huzurla, belki de son kez.
Sırada yaşlı bir dede ziyareti var, iki kapı ötede. Yaşlı dediğimize bakmayın, halâ sırım gibi dimdik adam. Gençliğinde çakı gibi delikanlıymış besbelli. Bahçesine aşık olmalı bu dede, her cinsten sayısız üzüm salkımı sarkıyor çardaktan nefis. Duvarlar yeni badanalı, tertemiz. Bahçe güzelleri beyaza yaraşmış her renkten, kırmızı gül tomurcuğa durmuş ezelden.
Sofadaki mindere boncuk gibi dizildi çocuklar, dedeyi bekliyorlar ve tabii ki ikramlarını. İçlerinden biri heves edip fırladı olgun salkımlara doğru.
“Höyt!!! Dokunma üzümlerime!!!” Dedi bir ses, “otur oturduğun yere!”…
Göğsü kırıldı çocuğun, hayalleri büküldü. Neden gelmişlerdi ki sanki buraya, kimin fikriydi bu. Bayram da neyin nesiydi ki, gülüp şenlenemedikten sonra…
Sorsaydı, izin alsaydı iyiydi ama canı çekivermişti işte, gönlüne yenik. Utançla yerine oturdu çocuk, diğerleri de huzursur – buraya geldiklerine bin pişman. Yaşlı adam minicik kalpleri kırıp bir gitti içeri, gelmek bilmedi bi türlü – kaç rekat kıldıysa artık…
“Efendim şu anda tarih: 1 Mayıs Pazar – Arife saat 14:00. Bu sahneleri yazarken Cennet koyu civarında bir yerdeyim, yani işimi yapıyorum. Beş dakikalık yazma molasında bir kaç gomina ötemize demirleyen mafya kılıklı kapkara bir motor yattan oraya buraya rast gele ateş açılıyor, mecburen olanı biteni anlamak için hikayeye ara veriyorum…”
Nerde “yarım saat sonra” kalmıştık? Hikayenin devamı; “hikayenin sonunu böyle tasarlamamıştım ama ne diyelim, sağolasın mistır mafya…”
Yaşlı adam elinde pompalı tüfekle çıktı geldi içeriden, taptaze üzüm salkımlarına ateş açmaya başladı aniden. Etraftaki binaların duvarlarına saplanan saçmalardan dolu yağışını andıran çıtırtılı bir serpilme sesi geliyordu her patlamadan sonra. Daha biraz öncesine kadar çardaktan süs bitkisi gibi sarkan kara üzümlerin hepsi yerle yeksan, koyu bir şarap rengi.
İlkin bu patırtıyla donup kalan çocuklar, bir solukta attılar kendilerini sokağa. En büyük ödül müydü acaba hayat?
Evet dünün çocukları, bugünün yetişkinleri!!! Ne para ister sizden çocuklar, ne de mülk… Biraz huzur verin, temiz bir dünya bırakın yeter…
Yediden Yetmişe, herkese iyi bayramlar…
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)