“Bir toplum, bir millet, erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Mümkün müdür ki, bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça, diğer kısmı göklere yükselebilsin!” Mustafa Kemal Atatürk…
“Bir toplum, bir millet, erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Mümkün müdür ki, bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça, diğer kısmı göklere yükselebilsin!” Mustafa Kemal Atatürk.
Dünya emperyalizm devlerine açtığı bağımsızlık mücadelesiyle, bir ümmetten ulus yaratan liderimizin, neredeyse 100 yıla yakın bir süre önce söylediği bu sözlerden yola çıkarak, bir yol almayı becerememiş olmanın utancını yaşıyorum, ona inanan, onun yolunda yürüyen başta siyasi kadrolar olmak üzere herkesin de utanması gerekir diye düşünüyorum.
Bir 8 Mart daha geldi, gönül isterdi ki; ülkemizin her yöresinde ve dünyanın tüm ülkelerinde, bu uğurda canını yitirenleri saygıyla selamladıktan ve genç nesillere günün anlam ve önemini aktardıktan sonra, kazanımlarımızı şarkı, türkü, folklor, dans, halay ile sokaklarda coşkuyla kutlayalım.
Gönül isterdi ki; kadın belediye başkanları, meclis üyeleri, milletvekilleri, baro başkanları, sendika başkanları, kooperatif başkan -kurucuları ve üyeleri, valiler, emniyet müdürleri ve tüm kadınlar ile birlikte, sadece kutlayalım ve kazanımlarımızla her alanda görev yapan kadınlarımızı da aramıza alarak, mutlu, sağlıklı bir toplum olarak keyifli bir gün geçirelim.
Oysa halâ küresel anlamda, 15-45 yaş arası kadınlarımız, kanser, sıtma, trafik kazaları, hatta savaşlarda yitirilenden daha fazla , erkek şiddetinin sonucu hayatını kaybetmekte veya sakat kalmaktadır.
Halâ, en az üç kadından biri dövülmüş, cinsel ilişkiye zorlanmış ya da hayatı boyunca başka türlü suistimal edilmiştir, edilmektedir.
Ev içi şiddet, bölge, kültür, etnik köken, eğitim, sınıf ve din ne olursa olsun kadınlara karşı en yaygın suistimal şekli olmaya devam etmektedir.
Çünkü, tarihsel/sosyolojik bu sürece baktığımızda görüyoruz ki; Sapiens insan kendi toplumsallığını bizzat kurgulayabilme yetisi kazanınca, toplumsallığının temeline, sonsuza kadar baki kalırlar umuduyla, toplumsal kategori olarak ürettiği “kadın” ve “erkek” birlikteliğini yerleştirdi.
Kadın ve erkek, yan yana geldiğinde oluşan bütünde ya da beraberlikte, oturmamış hiçbir kıvrımın, hiç bir detayın kalmadığına inandı, inandırdı.
Öyle ki, “Bir elmanın iki yarısı” söylemiyle türün toplumsallığındaki belki de en güçlü toplumsal belirlemeyi beyinlere kazıdı.
Bu birliktelik türün canlılığının sembolüydü, tür kendini böylece her daim yeniden üretebiliyordu. Gerek genetik, gerek kültürel alanlarda, içselleştirdiği değerlerin tüm zenginliğini, maalesef, sonraki kuşaklara aktarabildi, aktarmaya devam ediyor.
Yaratılan ve içselleştirilen bu algı, toplumu biçimlendiren, kadını sadece birlikteliği ile var eden ve kabul eden bir oluşum olarak yönetmeye devam ediyor.
Sapiens insan, estetik, gizem, güzellik, iştiham, kışkırtıcılık, zerafet, kırılganlık yüklediği kadın cinsini, pasif, hayatın belirlenmiş köşelerinde sorumlu olabilecek, edilgen bir anlayışla ötekileştirdi bu süreçte.
Biyolojik eşitsizliği kadının aczi olarak toplumun belleğine yerleştiren sistem, toplumsal cinsiyet eşitliğini de “mış” gibi yaparak konuşuyor, tartışıyor ama çözüm üretme noktalarında hep bir kaçak güreşçi durumunda, muhafazakâr- gelenekçi kesimler de bu konuyu reddediyor, kadını, ” ev, annelik, aile” üçgenine hapsetmeyi normalleştiriyor.
İstatistiklere baktığımızda; kadına uygulanan şiddet ile cezasız kalan, ya da yetersiz ceza ile topluma geri dönüşü sağlanan faillere ilişkin yüksek rakamlar ve toplumsal ve siyasi yapılanmadaki görev ve sorumluluklarda görev alan, kadın oranlarının güdüklüğü, bir tokat gibi çarpıyor riyakar suratlara…
Salt insan olmanın değersiz ve etkisiz olduğu,
en önemli görülen vasıflar olarak yaşamın her alanında gözümüze sokulmakta, toplum bu yönde yönlendirilerek çarpık sistemin sürdürülebilirliği sağlanmaktadır. Bir taraftan emekçi-işçi sınıfının gücünden ölesiye korkan sistem, diğer taraftan sınıf mücadelesini yok saymakta, toplumun çoğunluğunu oluşturan ve bu gücün yarısını oluşturan kadını gelenek-yerleşik kültür-aile değerleri kavramlarını çarpıtarak ötekileştirmekte, her anlamda istismar etmektedir.
Oysa artık ülkelerin gelişmişliklerinin, Toplumsal cinsiyet eşitliğinin uygulanması ile gerçekleşeceği gerçeği ekonomik/sosyolojik/toplumsal anlamda, bilimsel bir sonuçtur.
Toplumsal cinsiyet eşitliğinin tam anlamıyla uygulanabilir olmasına kadar geçecek bu süreçte, tüm bu yaptırım ve önlemlerle, kadına pozitif bir ayrım da gözeterek, ekonomik bağımsızlığını kazanma noktasında çalışmalar yapmak, talepkar olmak, seçme haklarımızı kullanarak zorlayıcı davranmak zorundayız.
Çünkü, 9 aylık anne karnındaki gelişme sürecinde birbirimizden hiç bir farkımız yok, aynı yoldan, aynı hissedişlerle merhaba diyoruz yaşama, nerede yitiriyoruz bu eşit olmama halini, nerede kendimizi üstün ya da değersiz kılıyor, nerede kayboluyoruz? Bunu sorgulamak ile başladığımızda, hem dayatılan biçimin fotoğrafını tam olarak görmek hem de çözüm noktasında üretken olmak mümkün diye düşünüyorum.
Giderek gençleşen ve özgür bireyler olmak için talepkâr olan, mücadele veren toplumumuzda; kız almak yerine, evladımız evleniyor demeyi öğrenmeli, ticari bir terimi kız çocuklarımızın üstünde kullanmaktan vazgeçmeliyiz.
Prensesler değil, güçlü, eğitimli meslek sahibi kadınlar yetiştirmeliyiz.
Cinsiyet farkının, üremeyi SÜRDÜRÜLEBİLİR kılan bir durum olduğunu, sadece biyolojik olarak bir anlam taşıdığını, bu farklılığın kadın aleyhine kullanılmasının yanlışlığını, evden başlayarak öğretmeli, yetiştirdiğimiz çocukları bu farkındalık ile hayata hazırlamalıyız. Bunu yapabilmenin temeli, sosyal devletin kız çocuklarının kesintisiz eğitim almalarını sağlayacak düzenlemeleri yapması, evlenecek çiftlerin evlilik+aile olmak+çocuk bakım ve eğitimi konularında bilgilendirileceği bir sistemi yasallaştırmasıdır.
Devamında evlilik birliğinin sona ermesi halinde kadının ekonomik gücünü kazanması, ortak çocukların Anayasal haklarının devamlılığını sağlayacak önlemler alması, eğitim hayatlarının sürdürülebilirliğinin sağlamasını düzenlemelidir. Buna ilişkin kısacık bir anımı aktararak bitirmek istiyorum.
İstanbul Fatih ilçesi Yavuz Selim İlkokulu, .3. Sınıf öğrencisi olduğum yıllarda babası Darüşşafaka müdürü olan Zeynep isimli bir arkadaşım vardı. Okulu, yatakhaneleri, kafeteryayı, pişirilen yemekleri ve ailesiz çocukları ilk gördüğümde hayatımın ilk şokunu yaşamıştım. Bu ilk duygu sonraki gidişlerimde yerini hayranlık ve devlet gücüne saygı olarak yer aldı. Hep düşünmüşümdür neden bir tane okul ile kaldı bu muhteşem proje, neden çoğaltılmadı? Bunca iktidar ve siyasi geldi geçti, bir kişi bile benzer projeler üretmeyi düşünmedi?
Yani, öncelikle, birincil hedefimiz demokratik parlamenter sistemi, güncel, en özgürlükçü, en şeffaf ve denetlenebilir şekilde uygulayacak bir yönetime ulaşmak, akabinde İstanbul Sözleşmesine geri dönüş ve Toplumsal cinsiyet eşitliğinin her alanda uygulanabilirliğini sağlayacak düzenlemeleri oluşturmak…
Son tahlilde, 8 Mart gibi dünya halklarına mâl olmuş günler, insanlığımızı, bilinçli kötülükleri, vicdanları, yasaları ve uygulamadaki çarpıklıkları konuştuğumuz günler değil, anma, kutlama, paylaşma günleri olmalıdır.
Bu çerçevede toplumun tüm bireyleri sorumluluk almak, hesap sormak ve katkı koymak zorundadır, sosyal medyadan kalemşörlük yapmak yetmiyor, hepimizin bir görevi var, sevgiyle…
Çiğdem ERKO
[…] Suçlar” başlığı ile kamuoyu gündemine taşıdı. Kent Konseyi Yürütme Kurulu Üyesi Çiğdem Erko, Usulukmeselesini uzunca bir dönem araştırdı, inceledi, taraflar ile görüşmeler […]