Cumhuriyet Halk Partisi Kadın Kolları eski MYK üyesi ve Ege Bölge sorumlusu, Cumhuriyet Kadınları Derneği Halikarnas Şube Başkanı Dr. Bedriye Gürkan, Acıbadem Hastanesi’ne kanser tedavisi görüyordu. Son günlerde zatürreye de..
Cumhuriyet Halk Partisi Kadın Kolları eski MYK üyesi ve Ege Bölge sorumlusu, Cumhuriyet Kadınları Derneği Halikarnas Şube Başkanı Dr. Bedriye Gürkan, Acıbadem Hastanesi’ne kanser tedavisi görüyordu. Son günlerde zatürreye de yakalanan Gürkan, bugün sabah saatlerinde hayata veda etti.
Gürkan’ın cenazesi yarın (Perşembe), Bitez Mezarlığı’nda toprağa verilecek.
Gazeteci Selda Öztürk tarafından, 2016 yılında Dr. Bedriye Gürkan ile yapılan ropörtaj…
Dr. Bedriye Gürkan’ın görme engeli, aktivist ruhunun önüne asla geçemedi. O, tıpkı 45 yıl öncesinde olduğu gibi hala kadınların, işçilerin, engelli bireylerin, kısacası ‘ezilenlerin’ sesi olmaya devam eden bir lider, bir rol model…
Cumhuriyet Halk Partisi Kadın Kolları eski MYK üyesi ve Ege Bölge sorumlusu olan Bedriye Gürkan, aynı zamanda kendi kurduğu Cumhuriyet Kadınları Derneği’nin de başkanlığını yürütüyor.
12 yıl önce başlayan görme problemiyle birlikte engelli bireylerin hak arama mücadelesini yaşamının özel bir köşesine yerleştiren Gürkan, siyaseti, çevreciliği ve eğitimciliği aynı anda sürdürüyor. Bulduğu her fırsatta gücünü sınayan hayata; aklı, cesareti ve enerjisiyle meydan okuyan bir kadınla, toplumun en derin yarasını, engelli sorunlarını konuştuk.
Selda Öztürk: Toplumun tamamını ilgilendiren bir sorudan başlamak istiyorum. Engelli bireylerin toplumsal yaşamda karşı karşıya kaldığı en büyük sorun nedir?
B.GÜRKAN: Aslında şuradan başlamak gerekiyor. Engelliler mi vardır, yoksa bir takım bedensel sorunları olan bireyleri “engelleyenler” mi? Bence ikincisi daha doğru. Engellenenler ve engelleyenler vardır. Engellilik diye bir şey yoktur. Bazı vücut fonksiyonlarını başkaları gibi kullanamayanlar vardır. Eğer biz fiziki çevreyi düzenler, bir takım olumlu ayrımcılıkları yaşama geçirir ve en önemlisi de anlayışı, toplumsal zihniyeti değiştirebilirsek, engellilik diye bir şey söz konusu olmaz.
Engelleyenler bireyler mi, sistem mi?
Hepsi. Yerel yönetimlerden devlet kurumlarına kadar, fiziksel engelleri ortadan kaldırmayan ya da düzenlemeyen kurumların baştan aşağı değişmesi gerek. Engelliler, toplumun dezavantajlı gruplarındandır. Onlar için olumlu ayrımcılık programlarını yaşama geçirmek şart. Ancak ne yazık ki dünya bu konuda çok gerilerde kalmış. Örneğin BM, 1982-92 yıllarında ancak Engelliler On Yılı’nı ilan etmiş. Özürlü Hakları Sözleşmesi, 2008 yılında ulusların imzasına açılabilmiş.
Peki ya Türkiye? Engelli haklarının neresindeyiz?
Türkiye, bu sözleşmeyi imzalayan 100 ülkeden biri. Fakat bu sözleşmenin bir ek ihtiyari protokol maddesi var ki, asıl önemli olan da budur. Bu maddede, kişilerin ya da kurumların, engelli hakları konusunda devleti denetleyebilmesi ve hak elde edebilmek için AİHM’e müracaat edebilmesi ile ilgili düzenlemeler yer alıyor. Ancak Türkiye bu maddeyi imzalamış olmasına rağmen hala onaylamadığı için uygulanamıyor. Bugün, en acil olarak yapılması gereken şey, bu maddenin bir an önce onaylanarak yürürlüğe girmesidir.
“EVİNDE OTURSANA KARDEŞİM” DİYEN ENGEL”SİZ”LER
Toplumun, engelli bireylere yaklaşımı nasıl?
Toplumda çok uzun yıllar engellileri öteleyen bir anlayış hakim olmuş.Hatta ilk çağlarda engelliler uğursuz olarak bile görülmüş. Şimdi o anlayış az da olsa farklılaştı. Ama yine de ben yolda bastonumla yürürken, insanların şunu düşündüğünü biliyorum; ‘Kör haliyle neden dışarı çıkmış, neden evinde oturmuyor? Birinin ya da kendisinin başını derde sokacak!’ Ya da tekerlekli sandalyesiyle bir engeli aşmaya çalışan bireyi gördüklerinde ‘Evinde otursana kardeşim, ne gerek var bunu yaşamaya?’ dediklerini biliyorum… İşte bu anlayışın değişmesi gerekiyor her şeyden önce. Unutulmasın ki, engelliler insandır. Eşit ve özgür bireylerdir ve engellilerin küçük olumlu ayrımcılıklarla, herkes gibi, bütün insanlar gibi toplumsal yaşama, eğitime, sağlığa, istihdama kavuşabilmeleri mümkündür.
Bu farkındalığı nasıl yaratabiliriz?
Türkiye nüfusunun yüzde 12’si engelli. Benim yaşadığım Bodrum’da 200 bin nüfus olsa, bunun 2 bin 500’ü engelli demektir yani. Oysa Bodrum’da bugün beyaz bastonuyla, bağımsız bir şekilde sokaklarda gezebilen görme engelli sayısı benimle birlikte sadece 4! O kadar. Diğer görme engelliler evlerinde oturuyor. Toplumsal yaşamdan uzak, kendi hallerinde ve tamamen dışlanmış halde yaşıyorlar. Benim yapmak istediğim şeylerden biri, CKD ve CHP yoluyla, engelli dernekleri ya da Kent Konseyi Engelliler Meclisi yoluyla onlara ulaşmak, onlara bir takım eğitimler vermek, onlara örnek olmak. ‘Yapabilirsiniz’ demek ve onları toplumsal yaşama katabilmek. Bu çok önemli bana göre.
KADINLARA ‘NEGATİF’ AYRIMCILIK
Peki ya engelli bireylerin eğitimi konusu?
Ülkemizde, körler okulları her gelir grubundan, her sosyo kültürel düzeyden engelli çocukların eğitim alabildiği yerlerdi. Kabartma yazıyı (Braille) kişisel bakımı, bağımsız hareket etmeyi öğreniyorlardı. Lisede, kaynaştırma eğitimine devam edebiliyorlardı. Zaman içinde bu okulların bir kısmı kapatıldı. Kalanların da eğitim kalitesi düştü. Okulların fiziki koşulları da giderek kötüleşti. Devlete bağlı rehabilitasyon merkezleri ve körler okulları kapatılınca, ‘özel’ özel eğitim kurumları açıldı. Bunlar devlet destekli ve sanıyorum eğittikleri her engelli adına 400 lira gibi bir ücret alıyorlar. Haftada 10 saat eğitim veriyorlar. Körler Okulunda günde 8 saatti bu eğitimin süresi. Bu ‘özel’ merkezler, öğrencilerini de seçiyorlar. Daha kolay eğitilebilir, daha az engelli öğrencileri alıyorlar. Tabir yerindeyse, yükte hafif pahada ağır işler yapıyorlar. Basit ve sıradan bir eğitimle -miş gibi yapıyorlar. Tamamen işin piyasalaştrılması olarak görüyorum bunu.
Bir kadın hareketi öncüsü olarak, hem engelli hem de kadın bireylerin toplumdaki yeri konusunda ne düşünüyorsunuz?
Engelli kadın, iki kez eziliyor bu ülkede. Çünkü kadın olarak zaten ikincil durumda. Engelli kadın olması, iki kez ezilmesine yol açıyor. Körler okuluna giden öğrencilerin sadece üçte biri kızdır. Eğitim alıp bağımsız hareket etme becerisini gösteren görme engellilerin de sadece onda biri kadındır. Kadınlara karşı negatif ayrımcılık engelliler alanında da var ne yazık ki.
Nasıl?
Bu ‘özel’ eğitim kurumlarına kız çocukları gönderilmiyor mesela. Yani sınırlı para, erkek çocuklar için harcanıyor. Diğer taraftan engelli ailelere devlet tarafından verilen para kadınlara gitmiyor. Engelli bireye kadınlar bakıyor ama parayı evin erkeği alıyor. Bu ‘engelli bakıcıları’, sosyal güvenlik kapsamında da değiller. Kısacası devlet kendisi kaçak işçi çalıştırıyor. İnanılmaz bir şey aslında. Yani devletin güya engelliler için yaptığı hizmetler de aslında kadınlara karşı. Engelli kadına ya da bakıcı kadına karşı bir olumsuz ayrımcılık sergilemiş oluyor.
Yunanistan’da olduğu gibi Engelli Bakanlığı’nın da başında, engelli bir ‘bakan’ olması gerekir mi sizce de?Benim çok sevdiğim bir söz vardır. Cezayir savaşı sırasında Lisedeki edebiyat öğretmenimden duymuştum ilk kez… “Acıyı duyanlar değil, çekenler bilir. Cezayir’de kan gövdeyi götürse, aklınıza ça-ça-ça gelir!” derdi. Çok doğru bir söz… Bana göre, engelli bireylerin sorunlarıyla ilgilenen bakanlık kademelerinde ve bakanlıkta, mutlaka engellilerin istihdam edilmesi gerek. Ya da bir kadının… Çünkü engelli sorununu, engelli evlatlarına bakan kadınlar bilir. Bakın çok ilginç bir istatistiki veriden söz etmek istiyorum size. Engelli çocuğu olan erkeklerin, yüzde 70’ten fazlası çocuklarını ve eşlerini terk ediyor. Görme engelli kadınların gören eşleri de, yüzde 80 oranında eşlerinden ayrılıyor. Toplumdaki anlayışı ne kadar güzel anlatıyor bu rakamlar.
KENDİME HEP ‘YAPABİLİRSİN’ DEDİM…
Görme engelli bireyler, toplumsal alanlarda ne gibi özel düzenlemelere ihtiyaç duyuyor?
Görme engellilerin dünyası, diğer engellilerin dünyasından çok farklıdır. Örneğin ortopedik engelliler için özel fiziksel düzenlemeler gerekir. Bizim için gerekmez. Sadece o mekanı tanımamız gerekir. Bir de değişiklik yapılmaması önemlidir. Dünyayı tanımanın yüzde 80’i görme duyusu ile gerçekleşir. Geriye kalan dört duyuyla, dünyanın ancak yüzde 20’sini algılayabiliyoruz. Dolayısıyla çok büyük bir kayıptan söz ediyoruz. Ancak teknolojiyi kullanarak, eğitim alarak ve kişisel becerileri geliştirerek bu yüzde 80’lik kaybı, yüzde 50’lere çekmek mümkün. Ben, kendi adıma bunu başardığımı düşünüyorum.
Günlük ev işlerinin yanında, gazetenizi, kitabınızı okuyor ve aynı zamanda yazıyorsunuz da… Bunları yaparken zorluk yaşıyor musunuz?
Hayır zorluk yaşamıyorum. Aksine, çok iyi bilgisayar kullanırım. Tabii, bütün bunları yüklediğiniz özel programlarla yapıyorsunuz. Burada başka bir durum çıkıyor ortaya. Türkiye’de görme engelli olarak yaşamak çok pahalı bir şey aslında. Bu programları yükledikten sonra, her yıl güncellemek için bile para yatırmak durumundasınız. Bunun dışında sesli etiketler, sesli baskül gibi cihazlar çok pahalı. Hepsi yurt dışından geliyor. Tüm bunların ötesinde, kullandığımız baston bile 90 dolar! Oysa bizim beyaz bastonumuz her şeyimizdir. Gözümüzdür, elimizdir. Ama sosyal güvenlik kurumu tarafından da karşılanmaz!
Sizi, hemen her eylemde, her etkinlikte ve siyasi faaliyette görüyoruz. Evinizde değil, aksine toplumun nabzının en güçlü attığı yerlerdesiniz.
Benim yaşamın her alanında çok etkin çalışmalarım var. Birinin şöyle dirseğinden tutmama bakar. Bir rehberin dirseğinden tutmuşsam, aşamayacağım engel, gidemeyeceğim yer yoktur.
Görme duyunuzu doğuştan değil, sonradan kaybettiniz. Toplumdaki her bireyin bir ‘engelli adayı’ olduğunu düşündüğümüzde, yaşamınızda meydana gelen bu farklılığın sizi nasıl etkilediğini paylaşır mısınız bizimle?Çok zor şeyler yaşadım elbette. 12 yıl önce tanıyı aldım. Bir travma ile karşılaştığınızda yaşayacağınız beş aşama vardır. O aşamaların süresi, kişiye göre farklı olabilir. Daha gürültülü ya da zor yaşanabilir. Ama herkes yaşar bunları. Önce inkar safhası vardır. Ben, görme alanım daraldığı halde ‘araba kullanmaya devam edebilirim, şunu yapabilirim,bunu yapabilirim’ diyerek bir inkar aşaması yaşadım. Bu süreçte düşüp iki kere kolumu kırdım.
Baston kullanmaya çok erken başladım ama. Çünkü, görme alanımın dışında kalan yerlerde sorun yaşıyordum. Sosyal anlamda problem yarattı bana. Bastonu elime alarak, ‘görme problemi yaşıyorum’ mesajını vermem gerekiyordu. İsyan, öfke, depresyon ve kabullenme… Hepsini birer birer yaşadım bu aşamaların. Kolay değildi. Çok şey kaybediyorsunuz. Ben mesleğimi kaybettim. Araba kullanamadım. Bir de yavaş yavaş kaybettim görme duyumu. Bir duruma adapte olurken bir bakıyorsunuz onu da kaybetmişsiniz. Zor bir süreçti.
Her şeyin bir anda yoluna girmeye başladığını ne zaman hissettiniz?
Hem tedavi oldum, hem de kendi kendime telkinlerde bulundum. “Yapabilirsin” dedim kendime sürekli. Örnekleri aradım buldum. Kurslara gittim. Bundan 4-5 yıl önce, Bağımsız Hareket Kursu’na gittim. Fethiye Altınokta Körler Derneği tarafından veriliyordu. Çok çalışkan, üretken, doğuştan kör ve olağanüstü bir insan olan Mehmet Üstün başkanımız beni kursa çağırdığında, “Allahın sopasının eğitimi mi olur?” dedim. Yine de gittim. Oluyormuş… Onu kullanmanın da eğitimi varmış. Döndüğümde hemen ‘eğitim şart’ diye bir makale yazdım.
“BENİM BİR SOL ELİM VARMIŞ”
Fikrinizi değiştiren neydi?
Eğitimin dördüncü günüydü sanırım. Kaldığımız misafirhanenin bahçe kapısından çıkıp durağa gitmeyi öğrendim. Beşinci gün markete gittim tek başıma. Günde üç kere markete gidip bir su alıp geliyordum. Müthiş bir sevinçti. Bir gün yağmur yağdı. Şemsiyemi aldım ve dışarı çıktım. Gözyaşlarımı tutamadım. Benim bir sol elim varmış. Hep birisinin kolundaydım. Sağ elimde de baston vardı. Ben elsiz gibi yaşıyormuşum o güne kadar meğer… Şemsiyeyi tutarak, marketten bir şey alıp onun torbasını taşıyarak sol elimin olduğunu fark ettim. Müthiş bir duygu o. Kimsenin koluna girmeden, Fethiye’de limana gidip bir bira patates yapmak ya da bir pizzacıya yalnız başınıza gitmek… Markete gidip, elinizde bir torbayla dönmek… Yağmur yağarken şemsiyeyi kendiniz tutup nereniz ıslanıyorsa, o tarafa eğerek yolda dolaşmak, müthiş duygulardı. Gerçekten de Allahın sopasının eğitimi oluyormuş dedim kendime…
DİZİLERE İLHAM VEREN BİR YAŞAM
Hayatınızın son 10-12 yılından, 3 Aralık Dünya Engelliler Günü olması nedeniyle de çoğunlukla, bu alandaki mücadelelerinizden söz ettik. Oysa, inanılmaz bir yaşam öykünüz olduğunu biliyorum. Pek çok kişi de sizi siyasi kimliğinizle tanıyor. Bir gün bunları okuyabilecek miyiz? Hayatınızı yazmayı düşünüyor musunuz?Tabii ki hayatımı yazacağım. 1968’in önder kadrolarındanım ben. Benim ve eşimin yaşadıklarını yaşayan pek az insan kaldı. İnanılmaz şeylere tanık olduk. Örneğin, Hatırla Sevgili dizisindeki Defne’nin doğum sahnesi, benim yaşamımdan alıntılanmıştır. Doktor annenin tarifiyle, eşi doğum yaptırıyordu… Gerçekte ise daha önce hiç doğum görmemiş 17 yaşındaki bir kız vardı ve ben anlattım, o bana doğum yaptırdı… Bunun gibi daha nice olağanüstü anlar var bizim hayatımızda… Sevgili Osman Gürün, oğlumun nikahını kıyarken ‘Sizden bir söz almadan bu nikahı kıymam’ dedi. Herkes şaşırdı. “Annenize hayatını yazdıracaksınız. Eğer söz vermezseniz, nikahınızı kıymam” dedi. O günden beri oğlumla gelinim, her gün üzerime düşüyorlar. Ne zaman yazacaksın diye… Bir tek ona zaman bulamıyorum işte. Herhalde biraz daha yorulmam ve masa başında olmam gerek. Şimdilik sadece makaleler ve işim için gerekli olan broşürler yazıyorum.
Yazmak dışında neler yapıyorsunuz?
66 yaşında ud öğrenmeye başladım. Olağanüstü bir hocam var. Udi Cengiz, Cengiz Erendor. Konservatuar mezunu. Müthiş nazari bilgiler veriyor. Klasik Türk müziği ile aram çok iyidir. İyi söylerim. Ocak ayında sigarayı da bırakacağım. Çünkü ud ile şarkı söylemem lazım fakat nefesim yetmiyor. Oldukça ilerleme kaydettim. Hocam da çok beğeniyor.
Müziğe yeteneğiniz varmış demek ki…
Yetenek değil. Çok çalışırım ben. Her şeyi çalışarak başarırım. Eşim benim için der ki durmaz, durdurmaz… Yanımdakileri de durdurmam.
NİLÜFERLER BATAKLIKTA YETİŞİR
Ya siyaset? Siyasette daha aktif olmayı, belki bir milletvekilliğini hiç düşünmediniz mi?
Düşünecek vaktim olmadı. Yatağan’da 26 yıl hekimlik yaptım. Tıp Fakültesi’ni siyasi nedenlerle 70’de bırakıp, 74 affıyla geri döndüm. 6 aylık ve 1.5 yaşında iki çocukla okudum. Yatağan’da tam kamu görevi yapacaktık ki, II. MC tarafından 6 ay içinde sürgüne gönderildik. 12 Eylül’de hem eşim hem ben tüm haşmetiyle faşist cuntayı yaşadık. Ardından çocuklar okula başladı. 89’da eşim afla, tam 25 yıl sonra hukuk fakültesine döndü. Dört ilde dört çocuk okuttum… 95 yılında çok ağır bir kas hastalığım oldu. Öte dünyanın kenarından döndüm. 5 yıl onun tedavisiyle uğraştık. 2002 yılına geldiğimizde tedavilerim bitti, eşim avukat olmuştu, çocuklar okuyorlardı. Her şey harikaydı ve ben görme engelli olacağımı öğrendim. Zor yıllardı. Geçti ve hiç siyaseti düşünecek vaktim olmadı açıkçası. Milletvekilliği düşünebilirdim. Çok da iyi yapardım. Ön seçimlerde de çok iyi sıralara gelebilirdim ama fırsatım olmadı. Bir süre sonra da artık düzenli, disiplinli bir takım şeyler yapmaktansa daha gönüllü işler yapayım dedim. Son 7-8 yıldır böyle yapıyorum.
Kadınlara siyaset konusunda nasıl bir mesaj vereceksiniz?
Eskiden siyaset kötüdür, bataklık gibidir diyerek kadınları uzak tutmaya çalışırlardı bu alandan. Ben de “Nilüferler bataklıkta yetişir. Girin ve o bataklığın nilüferleri olun.” derdim. Bu sözü de bana ilk söyleyen, anısı önder olsun Mihri Belli’dir. 68’li yıllarda bir duruşma salonunun önündeyiz. Halit Ağabey (Çelenk) döndü bana “Bedriye sen Konyalısın, nasıl böyle solcu, devrimci oldun?” diye sordu. Tam cevap verecektim ki Mihri Belli söze girdi. “Halit, Halit… Nilüferler bataklıkta yetişir.” dedi. O zamandan beri bu söz kulağıma küpedir. Siyasete girmekten çekinenlere de hep söylerim bu sözü.
Hedefiniz, önümüzdeki dönemlerde yapmak istedikleriniz nedir?
Benim gibi insanlara örnek olmak. Bunun için de toplumun beni değerlendirmesini istiyorum. Toplum önderleri, demokratik kitle örgütleri, odalar, sendikalar benim deneyimlerimden yararlansın. Üyelerine konferanslar verebilirim. İyi de anlatırım. Her yere de yetişirim. Hepsine zaman bulabilirim. Engelliler beni gördüklerinde ‘Evet yapabiliriz, başarabiliriz’ diyecek. Bunu her şeyden çok istiyorum.
Dr. Bedriye Gürkan hakkında
Bu ropörtaj yapıldığında Dr. Bedriye Gürkan CHP Kadın Kolları MYK üyesi ve Ege bölgesi sorumlusuydu. Sonra Genel Kurulda Aday olmadı…
Dr. Bedriye Gürkan’ın eşi, Muğla Barosu eski başkanı, hukukçu, Muğla’nın kanaat önderlerinden Mustafa İlker Gürkan… Bedriye Gürkan, ‘O benim öğretmenim’ dediği eşiyle tıpkı 68’de olduğu gibi hala ‘önder-militan’ ilişkisi yaşadıklarını anlatıyor ve şöyle devam ediyor: “Bu ilişki tam 45 yıldır sürüyor. Özel hayatta eşitlik var elbette. Ama özellikle siyaset konusunda, ben O’nun sağduyusuna, öngörüsüne hep çok güvendim. Ondan çok şey öğrendim. Buraya gelmemde, emeği çok çok büyüktür.”
Mustafa İlker Gürkan da geçtiğimiz Mart ayı içerisinde hayatını kaybetmişti.
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)