Efendim, öykü – makalemize başlamadan önce tüm Tıp sektörü çalışanı – sağlıkçı dostlarımızın önünde her ne kadar buruk geçiyor olsa da, bayramlarını kutlamak adına derin şükran duygularımla ve saygıyla eğiliyorum…
Efendim, öykü – makalemize başlamadan önce tüm Tıp sektörü çalışanı – sağlıkçı dostlarımızın önünde her ne kadar buruk geçiyor olsa da, bayramlarını kutlamak adına derin şükran duygularımla ve saygıyla eğiliyorum.
Tek katlı küçücük evcağızımın genişçe bir alan sunan terasında kalabalık dost, aile toplantıları ve dinlence için kurduğum düzeneğin bir kenarında oturmuş limanı seyrediyordum kafamdaki bin bir türden sualle…
Hava sıcak mı sıcak, insanın tüm enerjisini emiyor, hoş zaten yaşama dair pek enerjim de kalmamıştı ya endişe ve olumsuz düşüncelerimden.
Güneş sanki bulunduğum noktaya odaklanmış da beni kavurmak için bütün alevlerini üzerime salmıştı. Rüzgâr yok, yaprak bile kıpırdamıyor. Bahçedeki sardunyalar boynunu bükmüş, bir yudum suya muhtaçlar, oysa daha önceki akşam sulamıştım hepsini.
“Ne olacaktı şimdi?”
Son iki aydır vücudumda gözlemlediğim artarak devam eden endişe verici belirtiler karaları bağlamama yetmişti. Ne yaptıysam olmuyor, bir türlü iyileşemiyordum, içimdeki kaleler günden güne düşüyordu, üstelik doktor da net bir şey söyleyememişti, ancak bazı derin tetkiklerden sonra anlaşılacaktı her şey. Sonunda ne olacaksa olacaktı yani.
“Ne olacaktı şimdi?”
“Çok özleyeceğim!” diye geçirdim içimden.
“Limandaki teknelerin ülevlenişini, kalenin burçlarına tüneyen martıları, cıvıldaşan serçeleri ve kara bulutlar gibi göğü kaplayan kargaları, dostlarımı…
Hani sıklıkla toplanıp eğlenecektik ya terasta? Teras dolup taşacaktı ya misafirle, bazen de dini bir tören için toplanacaktık komşularla huşu içinde. Herkes arkadaşça oyunlar oynarken çok güzel olmayacak mıydı her şey?”
Sefere çıkmadığım zamanlarda vakit buldukça öyle büyük bir heves ve humma içinde hazırlamıştım ki terası her şey mükemmel olmalıydı, misafirlerim rahat etmeliydi, görenler hayran kalmalıydı buradaki huzur dolu havaya. Ama bir o kadar da salaş olmalıydı ortam.
Yeni pahalı malzemeler kullanmak yerine depoda yığılı eski, atıl malzemeleri tekrar değerlendirerek bir şeyler üretmekti amacım. Artık kullanılmayan güneş enerjisinin profil ayak konstrüksiyonunu yan yatırıp üzerine bir OSB plaka vidalayarak elde ettiğim kocaman bir masa, eski tesisat borularından
yaptığım otağ çadırının içine sığıveriyor. Adeta yirmi beş otuz kişilik geniş bir günlük gezi teknesi, hadi çaylar şirketten olsun!
Tahtadan yapılma gemici usulü bir helâ buradaki işleri epeyce kolaylaştırdı, içinde eskiden kalma kocaman ahşap çerçeveli bir ayna bile var, tahta kabini biraz daha büyütsek berber dükkânı niyetine kullanabiliriz helâyı. Bu arada komşulardan biri helâyı baz istasyonu sanmış, gelip çatıyor sabahın köründe. Ellili yaşlarını geçmiş, sıcak basmış kadıncağıza derdimi anlatana kadar göbeğim çatladı.
Çifte fırın yaptım kaleye doğru, kubbeleri mavi beyaz. Yunan mimarisinden esinlendim biraz, içlerinden birinin altı tandır kuyusu. Terasa çıkan merdiveni yirmi beş sene önce yapan ustanın gözlerinde katarakt varmış zahir, basamaklar çarpık çurpuk, düşmeden inip çıkmak bir mucize.
Basamakları tesviye edip yekpare traverten plakalarla kapladım, artık koşarak gözü kapalı inip çıkıyoruz merdivenden. Sokak gediğinden avluya girince Kırmızı Bisiklet’in kapak fotoğrafında kullanılan objeler karşılıyor misafirleri. Duvara monteli Bodrum mavisi çift kanatlı ‘orijinal’ bir kapı ve begonviller selamlıyor ilkin.
Otağ çadırının önünde artık tahtaları birbirine ekleyerek yaptığım çardağın üzerine abanan yaseminler, begonviller ve ‘kadın parmağı’ üzümü veren asmanın yeni sürgünlerinin ferahlatıcı gölgesi yüzüne vurunca gün bitmesin, aşağıdaki manzara hep öyle karşısında asılı kalsın istiyor insan.
Yaz aylarında geceler kısa, gecenin muhteşem manzarası da gelip geçiveriyor çabucak. Biraz tekne, biraz da köy havası olsun istedim terasta.
Hayatı öyle çok seviyorum ki!
Kutuplarda buzullar eriyormuş, sular yükselecek o zaman. Kuyruğu dik tut Uğur! Biraz daha sabredersen terastan denize atlamak yakındır. Kardelenler daha kaç güneş görür dersiniz?
Amatörce bir çabaydı ama hepsi de iyi niyetliydi. Ne kahve ne kahvehane maksat muhabbet kahve bahane, gerisi masal, daha da gerisi hikâye…
Uzun lafın kısası her neyim varsa paylaşmaktı asıl olan. Bir de şu yaprak dökümleri olmasa!
Bambaşka bir amacım daha vardı tüm bunları yaparken ki bana göre çok kutsaldı. “İkinci kitabım“ diye başladığım projede adı geçen ana karakterin yaptığı işlerdi bunlar aslında, bütün bu eziyetleri çekerken karakterin neler hissettiğini birebir yaşamam gerekiyordu, yaşadım.
Küçük bir bahçe misali eski bir masanın üzerine dizili boya tenekelerinde yetiştirdiğim taze sebzelerden
her gün toplayıp katık yapmak, sıcağın bağrında terleyerek çuvallar dolusu kumu ve onlarca torba çimentoyu sırtımda taşıyıp defalarca kardığım harca vurduğum mala ile sıvaya verdiğim şekil inanılmaz bir hazdı mesela.
Sabahın beşinde kalkıp Gökova’ya doğru uzanan ufka çöken koyu maviyi yakalayıp yüreğime hapsetmekti sevincim. Erkenden kardığım harçla ateş tuğlalarını irili ufaklı kenetleyerek dizip fırın kubbelerini şekillendirirken içimi titreten sabah ayazının nasıl da çabucak ısındığını hissetmek, ufuktaki koyu mavinin
ne kadar çabuk toz maviye döndüğünü görmek yeni bir güne başlamanın heyecanını katbekat artırıyor, hiç yetmeyen zamanın ise ne kadar çabuk aktığını vurguluyordu.
Yaz aylarımı not alarak geçiyordum, aklıma ne zaman ne geleceği pek belli olmuyordu, tamamen doğaçlamaydı, bir nevi Allah vergisi diyelim.
Bazen ödül oluyor bu bana, bazen de ceza.
En sevdiğim mevsim kış, yani yazma zamanı. Tabii bunun için de uygun bir ortam oluşması gerekiyor. Dışarısı buz gibi soğukken içimi ısıtan bir şeyler olmalı mesela.
Sese karşı alerjim var, sanırım doğru yerde değilim ama ölesiye seviyorum burayı istesem de gidemem başka bir yere, doğup büyüdüğüm ev ne de olsa. Tam yazdığım sahneye konsantre olmuş, olayın içinde yaşarken, “Bam!” diye adamı yerinden sıçratan kuvvetli bir ses geldi. Bitişikteki komşunun sokağa
açılan demir kapısıydı çarpan, sanırsınız komşunun evi çöktü. Bir anda yıkıldı dünyam.
Bir kahve içip biraz gevşedikten sonra yeni bir hamle ile aldım tekrar kalemi elime. Diğer komşu kadın mahalleye naklen yayın yaparcasına bağırmaya başladı kızına, ardı arkası kesilmeksizin. “Cavidan! Cavidan! Kız gözü kör olmayası, nere gayboldun gine! Çabuk ge bora bakem, gooş!”
Yazık, bağırmaktan gırtlağı yırtılacak kadının. Alt tarafı bakkaldan bir paket tuz aldıracak. İyi tarafından bakarsak hiç olmazsa mahallede olanı biteni kaçırmıyorum.
Ama böyle de olmaz ki canım, bir yandan kafandaki karakterleri küstürmeyeceksin, tabir yerindeyse idare edeceksin. (Aman karakter kardeş, sakın ha bir yere kaybolma, olur mu? Seninle daha işimiz bitmedi!)
Yani ihmal etmeyeceksin karakteri, bir yandan da traktörden bozma bilgisayarın her an azizlik yapma ihtimaline karşı yeni önlem stratejileri geliştireceksin.
Ah! Hurdacıyı nasıl da unuttum! Elinde megafonla bağırıyor adam tam da penceremin önünde, “Hurdacıııa! Hurdacııaaa! Eskici geldiiieeeee!”
Bizim milletin gırtlağıyla bir zoru var bence “Sokakta fısıldasanız bile duyuluyor hurdacı bey, ne olur Allah aşkına kapatın şu megafonu!” Bütün sokak, komşular hatta evcil hayvanlar bizim evin içinde yaşıyor sanki. Benimkisi de laf mı şimdi? Gençlerin tabiriyle hem uzayda muz yiyeceksiniz hem de ağzınıza çilek tadı gelecek!
Yani yazarken herkes dizimin dibinde olacak ama kimseden de çıt çıkmayacak, yok artık daha neler? Ne çok şey istemişim şu hayattan, değil mi? Her şeyi olduğu gibi yazmanın da bir bedeli var, her şeyden
önce uzun süreler boyunca bütün dünyaya kapatıyorsunuz kendinizi. İçine kapanık, asosyal adamın teki olup çıkıyorsunuz sonunda. Hele birde etrafınızda sizi anlayan birileri yoksa yandınız demektir.
Gecenin üçünde beşinde kaldırır adamı İlhami, dikilir başına, “Yaz!” diye. Daha olmadı Kalaşnikof’u dayayıverir şakağına. Ah İlhami ah, ne yapacağız şimdi biz seninle? Neyse ki bu konuda çok şanslıyım, ne kafamın etini yiyen var ne de bizim İlhami o denli huysuz. Doktor tavsiyesiyle kendi hâlime
dolanıyorum işte buralarda. İşin en eğlenceli kısmı da kendinizle kıvanma zamanı gelince; meyve veren ağaç taşlanır ya hani, ha işte tam da o misal.
Değer vermişsiniz, ona özel olarak bir kitabınızı güzelce süsleyip püsleyip hatıra niyetine sunmuşsunuz, ilk gelen soruyu söylüyorum şimdi sıkı durun; “Ne yazıyor bunun içinde?”
“Oh my God man! Bileydim bir A4 kâğıda özet çıkartıverirdim sana özel, anlayabileceğin dilden. ”
Yazarın heyecanla beklediği onu sonraki projeleri için şekillendirecek olan olumlu ya da olumsuz eleştirilerdir aslında. Bir başka ahbabım da ona hediye ettiğim kitabı kısmen ya okumuş ya okumamış, başladı yorumlamaya.
Yorumdan çok saldırı olarak niteledim söylediklerini yani bir nevi yargısız infazdı. Sonuç olarak özetle, dümdüz yolumda yürüyorum. Ayşe, Fatma’ya ne demiş, Müjgan saçını şöyle kestirmiş, Ahmet’in
yargını şöyle genişmiş, Şahin’in boyu posu kapı gibiymiş, Firdevs’in beli incecik Barbi bebek gibi… Bunlarla uğraşacak hiç vaktim yok!
Sarmıyor yani, televizyonla da küsüz on on beş yıl kadardır. Çıkan her aksilik beni yazmaktan alıkoyuyor ama ‘her şerde bir hayır vardır’ misali bu karmaşık süreçte bekleyen konular daha da olgunlaşıp zenginleşiyor. Kafamın içinde yaşıyorum her şeyi, hislerim dünyaya sığmıyor. Kulağıma gelen her seste bir tempo var aslında, bir nota…
Müziğin evrenselliği ve insanı zaman tünelinde çıkardığı yolculuk öyle besliyor ki ruhumu! İkinci kitabım diye yola çıkmıştım ama araya kaynayan bazı etkileşimler bu konsepti çıkardı ortaya. Ben de dayanamadım, pırtlatıverdim hemencecik. Merak etmeyin, yazmayı bırakacak değilim. Yine gelecek olsam şu kahpe dünyaya yine yazardım son nefesime kadar, üçüncü kitap ve sonrasındakiler için de
Allah kerim artık!
Bir yere gitmeye de hiiiç niyetim yok henüz. Ölümden de hiç korkmuyorum doğrusu, zaman bir gün nasıl olsa gelecek, işte o zaman koşa koşa giderim Rab’bime. Ölüm dediğin ne ki, iki yaşam arasında bir anlık geçiş. Daha sırada yapılacak bir dolu iş var. Yok öyle yağma, vallahi de gitmem, billahi de gitmem,
halıları sökerim gene de gitmem!
Hele bir cover albüm çıkartmadan hayatta olmaz! Zaten yazmadan geçirdiğim her günü zarar sayarım, koca bir kamyon dolusu çöp. Bunamadığım sürece bir sorun yok yani, hem daha karpuz kesüciğüz…
Büyük ailemi, çocuklarımı…
Hani nasıl olsa ahirette buluşacaktık ya onlarla günün birinde, bu biraz teselli ediyor insanı.
En çok da renkleri; kırmızı, beyaz, mavi, yeşil…
“Zaman geldi, hayattan kopuyorum” diye düşündüğüm sırada cebimdeki telefon titreşti, açıp baktım. Görkemli bir dönemin düş zamanından Mehmet Reis bir mesaj göndermiş. “Merhaba Uğur Reis, geçenlerde umut ışığına iyi bir dilekte bulunmuşsun. O da sana çok teşekkür ediyor, en içten selâmlarını iletirim. ”
Amaniin, karaları bağlamıştım ya hani, siyah olacaktı ya tek rengim. Başımı yana doğru çevirdim, ağzımı burnumu kıvırarak, “Hımmm!” diye homurdandım, omuz silktim, silkelendim, kendime geldim. Gözlerime, zihnime inanamıyordum, ben kimdim ki? Umut ışığım bana selâm yollamış! Allah’ım bu ne
büyük mutluluk! İki aydır canıma okuyup içimi karartan düşünceler bir anda uçup gitti, yerine umut ışıklarıyla dolu koca bir okyanus akıp yerleşti. Maça 1 – 0 galip başlayacaktım yani, wow!
Ertesi gün başlayan üç günlük inişli çıkışlı bir hastane serüveninin sonunda doktorum beni güzel haberlerle evime yolladı. Laf aramızda, sanırım benimle biraz dalga geçti. Allah garibanı sevindirmek için önce eşeğini kaybettirir sonra yeniden buldururmuş!
Şimdi çok iyiyim, yani üretime devam.
Derdi veren Aĺlah, şifayı da veriyor elbet.
“Teşekkürler umut ışığım, sen de hep iyi ol emi?”
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)